'Kadın Sultanlar, içimdeki bir arayıştı'

Yıllarca özgürlük ve kadın hakları savunucusu kimliğiyle öne çıktı Sibel Eraslan. Geçen yıl 'Balık ve Tango' adlı öykü kitabı yayımlandığında pek çok insanı şaşırttı. O, iyi bir öykücüydü aynı zamanda. O kitap, başka öykülerin de habercisiydi ve geçtiğimiz ay 'Kadın Sultanlar' adlı kitabı raflara çıktı. Hep erkeklerin kaleminden çıkmış tarih kitaplarını bir tarafa bırakıp, 600 yıllık bir saltanatın 'devletli' kadın sultanlarını, bir kadın bakışıyla yazmış Eraslan. Onların hüznünü, sevincini ve tarihteki rollerini anlamaya çalışmış. Kadın sultanlar konusunun çok bâkir ve yazılmamış bir alan olduğunu söyleyen Eraslan, kitapta yirmi dört kadın sultanın hayatını, biyografik öykü tarzında anlatıyor. Eraslan, hayatları gizem dolu bu kadınların öyküsünü ve kitabın yazılış serüvenini anlattı.

Kadın sultanların dünyasına nasıl dâhil oldunuz?
Şair Ali Ayçil'in teklifiydi, ardından kendimi bu sessiz kadınların içinde buldum. Tarihte bana çarpıcı gelen bir anın, bir cümlenin üzerinden çıkmış 2005'ten beri yazmaya çalıştığım öyküler bunlar.

Zor bir alan değil mi kadın sultanlar konusu?
Salt bir tarih işçiliği değil benimkisi. Tarihin içindeki gerçeklerden yol alarak başladım. Kendime en çok İbni Batuta ve Lady Mantagu'yu yakın buldum. Solakzade, Aşıkpaşa ve Batılı seyyahlar yol gösterdi. Bugünün hikayecilerini geçmişin seyyahlarına benzetiyorum. Bir izi takip ederek yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorlar. Ben bir muhacirim, tam bir yere ait olmadığım için bu, içimdeki arayışı tetikliyor. Kadın sultanları takip edişim, içimdeki bir arayıştı aslında.

Kadın hakları savunucusu kimliğiniz var. Kitapla zihinlerdeki 'kadın sultan' imajını kırmak istediniz mi?
Kitap; kadın sultanları oryantalist, devleti yıkan, sultanı yoldan çıkaran kadın gibi gösteren anlayışa karşı bir duruş. Kadınca bir seziş ile sultanları ele aldım. Dünya tarihi dediğimiz zaman sadece erkeklerin tarihinden bahsediyoruz; kılıçlar konuşuluyor, fütühat konuşuluyor... Kadını çok kolay bulamıyoruz. Bugünün araştırmacıları için çok büyük engeller var. Bu engelleri öyküyü kullanarak aşmaya çalışıyorum. Yazdığınız kadını değil, o dönemi okumak zorundasınız. Bu, bir nevi seyahattir, zamanın içerisinde. O dönemin resimlerine bakmak, müziğini dinlemek gerekiyor.

'Rüyası olmayanın devleti olmaz' sözü ile başlıyor kitabınız...
Bu, anneannemin sözü ve Malhun Sultan ile özdeşleşiyor. Osman Gazi'nin gördüğü çınarın kökü Malhun Hatun'a bağlı. Malhun Hatun ile başlayan rüya, Osmanlı'nın son günlerine doğru kâbusa dönmeye başlıyor.

Sultanlara dair kim nerede medfun gibi küçük anekdotlar dikkat çekiyor, hepsini gezebildiniz mi?
Birkaç yer dışında Bursa, Bilecik, İstanbul derken hepsini gezdim. Elhamra'da, Kurtuba'da sultanların izini aradım, kokularını duymaya çalıştım.

Öyküsünü yazmakta zorlandığınız isim oldu mu?
Nevzat Hanım ve Dürrüşehvar sultanları yazarken epey zorlandım. Üzerimde biraz politik baskılar hissettim. Çünkü sürgün kararı almış sultanlardı. Bir hukukçu olarak neden sürüldüklerini hâlâ anlamış değilim.

Kendinizi hangi sultanın şahsında görüyorsunuz?
Hepsinden parçalar var içimde. Onlar anneydiler, eşlerini seven, bir sürü rakipleri olan kadınlardı. İşleri çok zordu; ama en çok Nilüfer Sultan ve Necibe Hatun'u yazarken zevk aldım.

Kitapta bir sual geçiyor; 'sultanlar eşlerini siyaset için mi, aşk için mi alıyorlar?'
Fatih Sultan Mehmet'e kadar siyaset için aldıkları kesin. Fatih'ten sonra beğeniler ön plana çıkmıştır. Dış görünüşe ait beğeniler değil sadece, kiminin sesi çok güzel, kimi maharetli, kimi sanata yatkın, hatta Divan sahibi sultanlar bile var.

Osmanlı'da harem konusuna da yer yer girmişsiniz...
Harem konusuna mesafeli bakıyoruz, ama kapılarından içeri süzülmek gerekiyor. Harem, saltanatın yetiştirildiği bir akademidir. Din, dil, musiki, geleneksel sanatlar hepsi bu mekânda öğretilirdi. Oradaki herkes padişahın eşi veya gözdesi olmuyor.

'Osmanlı'ya mozaik diyenler yanılıyor zannımca.' diyorsunuz ve Osmanlı'nın bir ebru olduğu kanaatine varıyorsunuz...
Mozaik için önce taşların parçalanması, sonra tekrardan duvara yapıştırılması gerekiyor. Ebru ise suyun içine yazılmış bir rüya gibidir. Ebruda birbirine karar veren renkler var. Birbirini ret eden, sınır çeken bir hal yok. Osmanlı'nın da atlası böyleydi. Tebasındakileri kendi halleri içinde tutuyordu.

Peki tarihçiler kitabınızı okudu mu?
Ben bir edebiyatçıyım. Kitabım, edebiyatın sahilinde yazılmış bir eser. Ama en büyük şansım malzemeyi istediğim şekilde eğip bükmek. Malum her okuma bir tahriftir. Ben de yeniden kurguladım sultanları.

Musa İğrek, İstanbul
Zaman Gazetesi
24/07/2007


http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=567814 

Yorumlar