Yazarın hayatı eserine dahil mi?

Ahmet Hamdi Tanpınar
Edebiyatın temel sorularından biridir: Yazarın hayatı eserine dahil mi? Göründüğünden daha karmaşık olan bu sorunun cevabını verebilmek hiç de kolay değil. Bir metne yaklaşırken yazarı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamanın ya da bu bilgileri “unutmanın” en sağlıklı yöntem olduğunu söyleyenlerin yanı sıra hiçbir metnin yazarından bağımsız değerlendirilemeyeceğini düşünenler hep var oldu. Aslında edebiyat eleştirisinin alanına dahil edebileceğimiz bu sorun, günümüzde yayıncılık anlayışını ve okurları da ilgilendiriyor. Elbette bunu, edebiyat dergilerinin soruşturmalarında ve yazarlar arasındaki polemiklerde sıkça rastladığımız “edebiyat magazini”nden ayırmak gerekiyor. Burada söz konusu olan, bir metne yaklaşırken onun yazarı hakkında elde edilen biyografik unsurların niteliğidir. Onun dışındaki, kulaktan kulağa yayılan yazar efsanelerinin, edebiyat dedikodularının bu konuyla doğrudan ilişkili olmadığının altını çizmekte fayda var.

Okur, sevdiği yazarın hayatını bilmek ister. Bu, yadsınamaz bir gerçek. Bazı yazarları efsaneler büyütür, bazılarına da birtakım özellikleri biz yakıştırırız. Örneğin, 50 yılı aşan bir inzivaya gömülmüş olmasının, J. D. Salinger’in okurun zihninde oluşturduğu imgede payı yok mudur? Salinger, sürekli medyada görünen bir yazar olsaydı eserleri bize şimdiki kadar çekici gelir miydi? Bu sorulara “evet” yanıtı vermek zor. Demek, yazarın biyografisi, onu algılayışımızı, eserine bakışımızı etkiliyor. Öyleyse soru şu: Yazarın hayatını bilmek esere bakışımızda “etkili”dir, fakat “gerekli” midir?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geçtiğimiz günlerde Tanpınar’la Başbaşaz (Dergah Yayınları) adıyla yayımlanan günlükleri, bu çetrefilli konuyu yeniden düşünmek için çok iyi bir sebep. İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın hazırladığı kitapta Tanpınar’ın 1953’te tutmaya başladığı ve 1962’deki ölümünden 13 gün önceye kadar yazmayı sürdürdüğü notlar yer alıyor. Kitapta, Tanpınar okurlarını ve edebiyat tarihi meraklılarını şaşırtacak pek çok cümle, itiraf, ifade var. Farklı bir Tanpınar bu kez okuduğumuz: Hep yücelttiği Yahya Kemal’e “çapaçul” diyor, yer yer Osmanlı kültürünü aşağılıyor, en yakınındaki talebesi için bile “fesatçı” sıfatını kullanmaktan çekinmiyor. Bu yazılanların o güne ait olduğunu, yaşanan hayal kırıklıklarından beslendiğini unutmamak lazım. Peki, bunları bilmek bizim Tanpınar’a bakışımızı değiştirir mi? Değiştirmeli mi? Onu daha çok sevmemize ya da onu eskisi kadar sevmememize sebep olmalı mı? Aslında yazarla okur arasındaki ilişki metin üzerinden kurulmalı. Ne var ki, bu hiçbir zaman böyle olmaz. Özellikle Türkiye’de, bir yazarın özel hayatı ve yazar kimliğinin dışındaki toplumsal konumu onun yüceltilmesine ya da eleştirilmesine sebep olabiliyor.

Tanpınar, daha önce Mehmed Kaplan tarafından “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup” başlığıyla yayımlanan ünlü mektubunda, “Kendime gelince… İnsan o kadar mühim değildir. Ben de herkes gibiyim.” diyordu. Ancak bu yaklaşım, öncelikle Tanpınar’ın kendi eseri XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki yöntemle çelişiyor. Zira Tanpınar, yazdığı edebiyat tarihinde, incelediği eserlerin sahibi üzerinde ısrarla duruyordu.

Mehmed Kaplan, Tanpınar’ın defterlerinde yer alan, “Bu yazdıklarımın benden sonra okunacağını düşünüyorum. Hoşuma gidiyor. Geçen zamanım görülecek sanıyorum…” cümlelerinden cesaret alarak defterleri İnci Enginün ve Zeynep Kerman arasında paylaştırmış. 20 yılı aşkın bir süredir yayımlanmayı bekleyen Tanpınar’ın günlükleri, bir sanatçının yalnızlığını, kırgınlıklarını, arzularını, benzersiz üslubunu ve zaman zaman da aşırılıklarını yansıtıyor. Bu günlükler, içeriğiyle olduğu kadar “Yazarın hayatı, eserine dahil mi?” sorusunu yeniden gündeme getirmesiyle de iyice tartışılmayı hak ediyor.

Keşke evlenmiş olsaydım

“Neyim? Kimim? Nelere muvaffak oldum? Hiçbir şey yapamadım mı? Ah, bir kere olsun kendi dışıma çıkıp kendimi görebilsem! Neye yarar? Benim için mühim olan bundan sonrası… Neler yapabilirdim bu üç buçuk ayda? Karar verebilmek, ısrar etmek şartıyla… Bir tek manzume dahi bitiremez miydim? Tembelim! İflâs etmişim! Hiç yoktum! Tek ümidim, bu Avrupa kompleksinden kurtulduğuma göre, bir mecmua çıkarıp faal yazıya başlamaktır.” (s. 70)

“Keşke evlenmiş olsaydım ve ferdî saadet düşüncesi kafamda bu kadar zalim bir hedef olmasaydı.” (s. 62)

Beni aşk diriltebilir

“Yirmi sene evvel gelmem lazım gelen yere şimdi geliyorum. Bugünkü Avrupa, fikirlerimin, itiyatlarımın (zihnî) ve ideallerimin hazin bir mezarlığıdır. Hakikatte ben Avrupa’da bir hortlak değilse bile, bir artık gibi dolaşıyorum.” (s. 84)

“Hayatımda aşk yok. Beni yalnız o diriltebilir. Yahut da muntazam çalışmak.” (s. 93)

İntiharın kapısı beliriyor

“Gençler yanımda Yahya Kemal’i çekiştirip duruyorlar. Büyüktü, değildi, şu, bu. Fikirlerin bir kısmı benim. Bugünkü edebiyat âleminde yüzde hiç olmazsa beş fikirler benden. Benim adım yok ortada.” (s. 134)

“Hiçbir zaman bu kadar sefil olmadım, bu kadar bîçare, haysiyetsiz ve acınacak. Yarabbim bana 5000 lira lutfet.” (s. 146)

“Gırtlağına kadar borç içinde, her gün bir mucize bekleyerek yaşıyorum. Yazık ki mucize anında olmuyor. Vaziyeti hiçbir gün olduğu [gibi] görmedim, göremedim. İntiharın kapısı beliriyor.” (s. 150)

“Ben böyle dağılarak mı öleceğim? Maddemden evvel düşüncem mi? Rahat konuşalım. Estetiğim nedir?” (s. 156)

Zavallı Yahya Kemal

“Yahya Kemal Enstitüsü’nden istifa. Esat, Orhan Şaik. Ne adamlarla dostum ama…” (s. 153)

“Zavallı Yahya Kemal. Bir insanın bir insanda bu birbiri ardınca değişen çehreleri ne garip ve hazin oluyor ve nasıl en son çehre hepsini siliyor, bitiriyor. Park Otel’in barında gördüğüm küçük, dar, takatsiz adımlarla ancak yürüyebilen bîçare ve acınacak ihtiyar. Otelin odasındaki hasta ve büyük kuş.” (s. 159)

Peyami’den nefret ederim

“İnce Memet tercüme ediliyor, Huzur okunmuyor, Yaz Yağmuru, şiirler ıska geçiliyordu. Komünist, komünisti tutuyor.” (s. 167)

“Galiba şiire hiç çalışamayacağım. Dört ay böyle harcanacak. Kaç senem kaldı şu dünyada. Yazık!” (s. 181)

“İnsan iradesinin elzem olduğu yerlerde daima hezimet. Kadın ve para meseleleri başta.” (s. 199)

“Faruk’u [Nafiz Çamlıbel] severim, Samet’ten [Ağaoğlu] ikrah eder ve tâli’ine acırım, Peyami’den [Safa] nefret ederim.” (s. 203)

“Peyami ile birkaç defa kokain de çektik. Fakat verdiği baş ağrısı tahammül edebileceğim gibi bir şey değildi.”(s. 307)

Mehmet Âkif’le yol arkadaşlığı: Asla!

“Sağlarla beraber değilim; çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmağa, içimizden doğru yutmağa hazırdır. Eğer bir Barrés, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le [Ersoy] yol arkadaşlığı, Mümtaz’la [Turhan] fikir beraberliği, asla… Dün Nihat Sami’nin [Banarlı] bu büyük adamı kepaze edişine bir daha hayran oldum. Fakat unutmamalı ki Yahya Kemal onu kendisi seçmişti. Ne fukaralık Yarabbi… Efkâr-ı umumiyeye, şair rüşvet verirse böyle olur. Antimilitarist Yahya Kemal ‘Askerlik vazife mi bile yapamadım’ diye üzülüyor. (s. 205)

(...) Yahya Kemal ki Arif Hikmet Bey’in [Hersekl] ‘Yarab bu ne tükenmez hazinedir’ mısraını sık sık tekrar ederdi. Şimdi o hazineye el açmışa benziyor. Ne kadar ahlaklı adam. Nasıl milliyetperver?” (s. 206)

Demokrat Parti ejderhasından kurtulduk

“Sade Türkiye’de değil, Fransa’da da artık yalnızım. Çocukluğumun, gençliğimin zevki olan muharrirlerin, yalnızlığımı ısıtanların hiçbiri kalmadı.” (s. 208)

“Bütün bunlar iyi, güzel… fakat ben neyim? Altmış yaşındayım, eserim yok.” (s. 208)

“Bu adamlara minnettarım. Demokrat Parti ejderhasından bizi kurtardılar. Vatan temizlendi.” (s. 213)

“Yassıada fazla devam etti. Yetti artık. Fatiha okunacak yerde hatme başladık.” (s. 305)

“Risksiz hayat olmaz! Kansız ve tasfiyesiz ihtilallerin sonu budur. Şimdi bir çıkmazdayız.” (s. 325)

Osmanlı cahil alayıdır

“Etrafımdaki sükût halkası âdeta bir suikast mahiyetiyle devam ediyor. Şiir kitabım, şiirim hakikaten bîçare mi? Ben biliyorum ki bu kitaptaki beş-on manzume ile Yahya Kemal’den sonra Türk şiirinde en mühim işi yaptım.” (s. 260)

“Eski Osmanlı kendi vaziyetini bilir ve kabul ederdi. Fakat Osmanlı da nedir? Düpedüz cahil alayı.” (s. 274)

“Dünya muvazenesini artık güç bulur. Bu baba … ben daima imanlı adamdan nefret ettim. İnsan, cemiyeti elbise gibi giyinmeli. Cemiyet bir muvazaa olmalı.” (s. 288)

Yahya Kemal bize Çin Seddi olmak istedi

“Yahya Kemal bize Sedd-i Çin olmak istedi. Benim en büyük tâli’im vaktinde bu seddi delip öbür tarafa geçmektir. Fakat çalışma sistemi öğretebilirdi. Bizi lüzumsuz bir coşkunluğun içine hapsetti. Nurullah ve ben ondan çıktık. Nurullah lüzumsuza, benliğin çukuruna düştü. Ama ben nereye gittim.” (s. 268)

“Yahya Kemal, ihtiras, alkol ve dostları, kendi değişmemek inadı ve nihayet güzel konuşması idi. İdi de ne oldu! Fena idare edilmiş otuz manzumenin yaptığı işin yanında ne ehemmiyeti olabilir? Şu var ki birkaç sene için unutturacaklar. Yahya Kemal’in çürüğü ‘Akıncılar’da başlar. ‘Mohaç Türküsü’nde kendisini iyice gösterir. Herkes zaafını beraberinde taşıyor demektir. Daha ‘Koca Mustafa Paşa’da Akif’le yan yana yürüyordu.” (s. 280)

“Bu sene yılbaşım kutlanmıyor. Evimde tek başıma oturacağım. Hâlbuki şiir kitabımın çıktığı senedir, şudur budur… Çapaçul Yahya Kemal bile bir muhit sahibi idi. Geçelim…” (s. 308)

Türkiye beni yedin!

“İlk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. Ciddiyetle geldi. Hiçbir şeyi bitiremeden ölmek istemiyorum. O kadar eser ve kullanmadığım kelime varken…” (s. 287)

“Ömrümün bir on senesi var ki kendiliğinden, bir on senesi daha var ki elimle yandı.” (s. 291)

“Şimdi 1923’te Erzurum’da Atatürk’le konuştuğum zaman kaybettiğim fırsatın ne olduğunu anlıyorum. Şu muhakkak ki 1923 ile 1932 arasındaki hayatımı kendi elimle yaktım.” (s. 301)

“Bütün düşünceleri gitmeden evvel söyleyebilsem! Türkiye beni yedin.” (s. 321)

“Ben halkı, halkta individue’yi sevmiyorum. Önümde akan hödükleri -festivalde- bizim kapıcıyı, komşularımı, vatmanı nasıl sevebilirim?”(s. 322)


GÜNLÜKLERİN IŞIĞINDA TANPINAR’I DEĞERLENDİRDİLER

Darbecileri alkışladığı için Tanpınar’ı defterden silelim mi?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın darbecileri yüceltip Demokrat Parti’yi yerin dibine batırdığı yazılarını, bu yazıların iki genç araştırmacı tarafından gün ışığına çıkarılmasından çok önce gazete koleksiyonlarında okumuş biri olduğum halde, günlüklerin her satırı beni derin bir hayrete, hatta zaman zaman dehşete düşürüyor. Demokratların işledikleri iddia edilen suçların idam edilmelerini sağlayacak nitelikte olmadığı için üzülen bir aydınla karşı karşıyayız. Tanpınar gibi bir aydın bile böyle düşündüğüne göre, o tarihte, fanatik politikacı ve darbecilerin nasıl bir öfkeyle dolu olduklarını tahmin etmek zor değildir.

Tanpınar’ın bir Tek Parti devri adamı olduğunu unutmamak lâzımdır. O, bütün alışkanlıkları, düşünce dünyası ve formasyonu Tek Parti devrinde teşekkül etmiş, çağdaşlarının çoğu gibi, halkı güdülmesi ve yontulması gereken bir kaba bir kütle olarak gördüğü için demokrasiye aklı pek yatmayan, bu yüzden -belki de yöneticilerine rağmen- bir halk hareketi olarak gelişen Demokrat Parti’ye düşmanlık hisleriyle dolu, seçkinci ve estetizmini uçlara taşımış kafası karışık bir entelektüeldi. Kafası karışık dedim, çünkü -yazdıklarından yola çıkarak hüküm vermek gerekirse- Tanpınar’ın Tek Parti’ye muhalif olması gerekirdi. Üstelik, kültür mirasımıza Yahya Kemal’in tesiriyle farklı bir açıdan baktığı için Millî Şef devri kültür politikasının yapıcı ve uygulayıcıları tarafından dışlanmış, hatta “kırtipil” lâkabı takılarak horlanmıştı. Düşünün bir kere: Şeyh Galib’e, Dede Efendi’ye hayran, ne zaman ağzını açsa Osmanlı tarihinden ve kültüründen, kültürde devamlılıktan, daha da fenası (!) Emir Sultan’dan, Aziz Mahmud Hüdâî’den, Sünbül Sinan’dan, yani şeyhlerden, dervişlerden mervişlerden bahseden bir adam, 1930’larda, 40’larda ağzıyla kuş tutsa ciddiye alınmazdı.

Tanpınar da ciddiye alınmamış, horlanmıştı. Günlüklerinde, “Aslında fena adam değilim; fakat çok hırpalandım, çok sarsıldım, çok ihmal edildim, hor görüldüm ve bütün bunlar yavaş yavaş mizacımın tahammuruna, ekşimesine sebep oldu.” diyor. Tanpınar, kendisine hayran olup fikirlerini yayanlar ve yazılarını toplayıp gün ışığına çıkaranlar tarafından değil, asıl çevresi, yani hümanizma ve sosyalizm edebiyatı yapıp kötü köy romanlarıyla oyalananlarca horlandı. Kendisini horlayanlara, horlandıkça daha fazla yaklaşan Tanpınar’ın mizacı hakikaten dejenere olmuş görünüyor.

Tanpınar’ın, Tek Parti devrinde milletvekilliği yapmış eski bir siyasetçi ve tarih ve kültür meselelerinde duyarlı bir aydın olarak, imar adı altında İstanbul’un tarihî dokusunu acımasızca tahrip eden ve hiç şüphesiz iktidarda bulunduğu on yıl içinde çok ciddi hatalar da yapan Demokrat Parti’ye muhalif olması anlaşılabilir bir şeydir. Şaşırtıcı olan, onun bir askerî darbeyi ve darbenin ardından gelen akıl almaz hukuksuzluğu alkışlaması, propagandaya aldanarak bugün çoğunun iftiradan öte bir değer taşımadığını bildiğimiz iddialara kolayca inanması, daha da kötüsü, Demokrat Parti yöneticileri için idamı hafif bulmasıdır. Sadece Demokrat Partililer mi? Tanpınar, günlüklerine bakılırsa çok az kişi hakkında iyi duygular besliyordu. Neredeyse ahmak, budala, cahil ve can sıkıcı bulmadığı kimse yok!

Peki ne yapalım? Onu zaafları yüzünden ve ömrünün son günlerinde darbecileri ölçüsüzce övüp hukuksuzluğu alkışladığı için defterden silelim mi? Hayır, Beş Şehir’i, Mahur Beste’yi, Huzur’u, Sahnenin Dışındakiler’i, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni, Yaşadığım Gibi’yi ve o güzel hikâyeleri, şiirleri yazmış bir yazarın -bazı konularda ne kadar yanlış düşünmüş olursa olsun- başımızın üstünde yeri vardır.

Tanpınar’ın günlüklerinden benim çıkardığım en büyük ders şu: İlim, sanat, edebiyat ve siyaset adamlarını idealize etmek, hiç yanılmayacaklarını düşünerek Yunan heykelleri gibi kusursuz putlar yontmak, büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Beşer, zaafları ve meziyetleri, günahları ve sevaplarıyla beşerdir!


Yanlış okuyucu için turistik bir zevk

Tanpınar’ın kaleme almış olduğu satırları ona ait saymamak mümkün olabilir mi? Elbette hayır. Bizde malum günlük, hatırat, otobiyografi yazımı pek yaygın değil. Yaygın olmadığı için de geçmişi “gündelik hayat” olarak tasvir etmekte zorlanıyoruz. Geçmişe bakışımız nostaljik bir bakış. Dün her şey mükemmeldi, her şey çok güzeldi ama iyi insanlar iyi atlara binip gittiler. Tarihe böyle bakıyor büyük çoğunluk. Ya da tam tersi. Her şey çok kötü, çok ilkeldi anlayışı hakim geçmişe dair. Hal böyle olunca da tarih “tecrübe” kaynağı olmaktan çıkarak destansı bir metne dönüşüyor. Tarihin “hakikileşmesi” için günlüklere, hatıratlara, otobiyografilere çok ihtiyacımız var.

İtiraf etmeliyim, Tanpınar’ın mektupları yayınlandığında “Mektuplara Hürriyet” diye bir yazı kaleme almıştım. Sözün ve Sukutun Renkleri adlı kitabımda var bu yazı. Bendeki Tanpınar’ın, mektuplardaki Tanpınar ile karşılaşmak istemediği bir an idi. Bendeki Tanpınar “yere düşüverecek gibi duran bol küllü sigarası ve dağınık odası içinde kendini herkesten saklayacak bir hülya adamı iken; Kutsiciğim diye başlayan satırlarda bir faninin çekemediği sıradan telaşların içine” gömülüvermişti.

Aradan on yıl geçti. On yıl sonra Tanpınar’ın günlüklerini okumak, mektuplarını okumak kadar üzmedi beni. Belki günlüğü yazan elin bizzat kendisinin bir gün bu satırların yayınlanacağını bilmesinden kaynaklanıyor bu. Tanpınar’ın günlüklerinin bir okuyucusu olacak bir de tüketicisi. Tüketici yani “yanlış okuyucu”.

Kitabın bir tüketim nesnesi olmasıyla birlikte, “yanlış okuyucu” çıktı ortaya. Bu “yanlış okuyucu” için nice vakittir Tanpınar “magazin nesnesi” olarak pazarlanmaya çalışılıyordu zaten. Aşkları, kadınlarla ilişkisi vs. Bu “yanlış okuyucu” için ilaç gibi günlükler. Okuyacak ve tüketecek. Kendine benzeyen bir Tanpınar buldukça onu sevecek. Ama ne romanlarını okuyacak kadar sabrı olacak bu okuyucunun ne de olağanüstü güzellikteki o derin ve incelikli; bir musıki eseri dinlercesine insanı kendinden geçiren makalelerini anlayabilecek idraki. Yani netice olarak hakiki okuyucular için bu günlükler elem ve ıstırap kaynağı, “yanlış okuyucu” için ise “turistik bir zevk.”

Edebiyat hesabında ‘üstü kalsın’ denilebilmeli

Mektupları, günlükleri ve notları da dahil olmak üzere bir yazarın eserleri yazdıklarının toplamından oluşur. Yazarın, mektuplarında çoğunlukla maskeli, günlüklerinde çoğunlukla pijamalı haliyle görünmesi bu sonucu değiştirmez. Tanpınar’ın, merhum Menderes ve arkadaşlarına karşı derin bir kin beslediği, idamlarını iştiyakla beklediği, Osmanlı’yı hakir gördüğü, dine geleneksel bir renk değeri yüklediği, CHP’ye adeta bir mü’min sadâkatiyle bağlı olduğu ilgili mektuplarının ve günlüklerinin yayınlanmasıyla ortaya çıkmış değildir. Edebiyat ortamındaki çoğu insan, ilgili metinleri görmemişse bile Tanpınar’ı yakından tanıyanların nakilleriyle yıllardan beri bunlardan haberdardır. Örneğin, 1982’de Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliği’nin salonunda birkaç arkadaşla belirttiğimiz konular çevresinde Tanpınar’ı eleştirdiğimiz bir gün, oradaki “milliyetçi” ağabeylerimizden birinin beni kenara çekip, “Tanpınar’ı eleştirirken lütfen insaflı olunuz. Onun, çalıştığı üniversitenin güzergâhında bulunan Abdülhamid’in mezarında her gün durup gözyaşları içinde Fatiha okuduğunu da hatırdan uzak tutmayınız.” deyişi aklımdan hiç çıkmamıştır. Bu ve benzeri telkinler Tanpınar’ın edebî kıymetini bilenler tarafından hep yapılmış ve muhatapları da “edeben” bu telkinlere uymuşlardır. Dolayısıyla günlüklerinin de yayınlanmasıyla bir “öteki” Tanpınar doğmayacak, dolaşımdaki rivayetlerin belgelerle doğrulanmasıyla “insan-yazar Tanpınar “tümlenmiş” olacaktır.

Klasik edebiyat incelemelerinde yazarın hayatı edebiyatına dahildir. Yapısalcılığın edebî eleştiri tarzı olarak da benimsenmesiyle birlikte yazar, eserinin dışında tutulmaya başlandı. Oysaki, yapısalcılığın ilk muradı “kutsal”la “kitap” ilişkisinin bozulmasından, diğer bir söyleyişle kutsal kitabı Allah ve Peygamber’den soyutlayarak sıradan bir metne dönüştürme çabasından ibaretti. Bugünse yapısalcılığın gerek ideolojisiyle gerekse edebî eleştiri tarzı olarak “tehlikeli bir moda”dan ibaret olduğu, en iyi edebî eleştiri tarzının, mevcut tarzların iyi yanlarının toplamından oluştuğu bilinmekte ve yazar da metnin kendi gerçekliğini ihlal etmeyecek bilakis onun yorumunu kolaylaştıracak şekilde edebiyata dahil edilmektedir. Konuya buradan baktığımızda da Tanpınar’ın bilinen ve ittifak edilen değerini gölgeleyecek yeni bir durum ortaya çıkmayacaktır. Zaten, her yazarın edebiyat ve edebî samimiyet hesabında “üstü kalsın” denilebilecek bir payın gözetilmesi edebiyatın tabiatındandır.

Kafamızdaki kâğıttan saraylar sarsılınca paniğe kapılıyoruz

Bilindiği gibi şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri tartışmasız olarak, öteden beri edebiyatın esas türleri arasında halis edebiyat örnekleri olarak kabul edilmektedir. Ancak 19. yüzyıldan itibaren bazı edebiyatçıların özel mektupları ve günlükleriyle gezi izlenimleri vb. örnekler de edebiyat eserleri arasında kabul edilebilir mi, edilemez mi konusu uzun süre tartışılmıştır. Bu tartışmalar sonunda, genel değerlendirmelere ters düşse de, pekalâ bir yazarın mektuplarının da, günlüklerinin de, sanat değeri ne olursa olsun, neticede o edebiyatçının kaleminden çıkmış olması dolayısıyla, onun eseri kabul edilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Bence Tanpınar için de durum pek farklı değildir.

Bizde yanlış olan şudur: Öteden beri, belki edebiyat tarihçilerimizin, belki de şunun bunun tarafından verilmiş birtakım kesin hükümlerle birilerine bakmaya veya baktırılmaya alıştırılmışız; sanki bunlar dinî emir veya yasaklarmış gibi yaklaşıyoruz. İşte kafamızdaki bu kâğıttan sarayları sarsacak en ufak bir şeyle karşılaşınca paniğe kapılıyoruz; bizi bunca zaman aldattılar mı, yahu nasıl böyle olur gibi... Şunun farkında değiliz gibime geliyor: Neticede şair de, romancı da bir insandır ve hepimizden daha fazla değişmeye müsait bir yapıya sahiptir. Tercihlerini şu veya bu şekilde yapabilir, yanılabilir de; onun da acıları, sevinçleri, kederleri, şikâyetleri elbette olacaktır, hem de hepimizden daha fazla.

Çok iyi hatırlıyorum, 1974 yılında Zeynep Kerman bin bir güçlükle bir araya getirdiği Tanpınar’ın Mektupları’nı yayımladığı zaman da bazı çevrelerde bugünküne benzer gürültüler kopmuştu: Biz Tanpınar’ı böyle tanımıyorduk da, milletvekili olabilmek için böyle şeyler yapılır mı da... Bir yazar, bence, hayatı boyunca yazdığı iyi kötü her şeyi ile bir bütündür; burası bana yarar, şurası yaramaz diye ayırmaya hakkımız yoktur, o ne ise odur. Tanpınar’ın 1960 İhtilâli’nin hemen arkasından Demokrat Parti ve Adnan Menderes hakkında yazdığı birkaç yazı vardır; inanamazsınız bunların Tanpınar’ın kaleminden çıkmış olabileceğine; ama yazmış, nasıl bir hâlet-i ruhiye ile yazdığı bilemiyoruz ama onun imzasıyla yayımlanmış bu yazılar. Şimdi bunları yok sayarak mı Tanpınar’ı değerlendireceğiz! Ben Tanpınar’ın üç talebesinin, Gözde Halazaoğlu, Ali Karamanlıoğlu ve Mehmed Çavuşoğlu’nun, onun derslerinde tuttuğu ders notlarını yayımladım; ki bunlar Tanpınar’ın derslerinde irticalen anlattıkları, yani bizzat onun kaleminden çıkmış yazılar değil; ama ifadesiyle, meselelere bakış tarzıyla, üslûbuyla, mukayeseleriyle, derinliğiyle bunlar yine onun eseri... Tanpınar sadece Huzur romanının, Beş Şehir’in veya “Bursa’da Zaman”ın şairi-yazarı değildir. Daha önce İnci Enginün, adı geçen günlüklerden bazı bölümleri Dergâh dergisinde yayımlamıştı ve bütün edebiyat dünyası onun orada kendisi için söylediği “sükût suikastı”na tuhaf bir şekilde sahip çıkmıştı. Şimdi ne değişti ki... Benim henüz kitabı inceleme fırsatım olmadı, ama ben öyle cımbızla suç unsuru arar gibi bir şeyler bulup teşhir etmenin doğru olmadığı kanaatindeyim.

XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yazan Tanpınar’ı, sadece bu eseri dolayısıyla, “Edebiyatımızda daha bir benzeri yok; keşke ikinci cildini de yazsaydı.” diye başımızın tâcı ediyoruz da, günlüklerinde hoşumuza gitmeyecek birkaç laf edince “ötekiler” arasına mı itmemiz gerekiyor; doğrusu böyle bir şey olamaz! Tanpınar şiirleriyle, hikâyeleriyle, romanlarıyla, makaleleriyle, denemeleriyle, edebiyat tarihiyle, mektuplarıyla, ders notlarıyla, günlükleriyle, yani her şeyiyle bir bütündür ve benim onu tabii ki eserlerinden tanıyabildiğim kadarıyla, o, Türk edebiyatında bir benzeri bulunmayan çok büyük birkaç yazardan biridir.

Kişisel evrak, sanat ürünü değil
Sevengül Sönmez
Bir sanatçıdan geriye kalan her şey, “bütün eserleri”nin bir parçasıdır. Yazarın ya da şairin müsveddeleri, notları, mektupları, günlük vb. kişisel notları bütün eserlerinin içinde ama farklı bir kategori altında düşünülmelidir. Bu tür evrakı, sanatçının sanat üretiminin bir parçası olarak görmeli; ama bu evrakı sanat ürünü olarak kabul etmemeliyiz. Bu noktada müsvedde ve taslakları da ayırarak, günlük, gezi notları, mektup gibi doğrudan kişisel evrakı ele almakta fayda var.

Bunu basit ama hayatın içinde bir örnekle anlamak mümkün, sokakta hep takım elbiseyle gördüğümüz insanın evindeki pijamalı hali ile romanlarının ve şiirlerinin yanında günlüklerindeki Tanpınar’ın bence birbirinden farkı yok. Nasıl ki, sokaktaki adamı sadece pijamalı ya da sadece takım elbiseli düşünemiyorsak, bir yazarı ya da şairi de sadece günlükleri ya da eserleri üzerinden düşünemeyiz.

Burada etik olan bu metinlerin okura ulaştırılıp ulaştırılmayacağıdır, yani yazarınızın pijamalı halini okura gösterecek misiniz? Kimi yazarlar, Bilge Karasu gibi, bunun için tedbirlerini aldılar; geriye kalan kişisel evrakı ayıklayıp emanet ettiler ve gerisini de yok ettiler. Pijamalı hallerini okura göstermek istemediler. Sait Faik ve Sabahattin Ali, kendisine gelen mektupları, yazılarının müsveddelerini saklamışlardı, elbette erken ve beklenmedik ölümlerle bu dünyadan göçüp giderken geriye kalanı ayıklama olanağı bulamamış olabilirler. Bu kez onların pijamalı hallerinin nasıl ve ne kadar gösterileceği bu evrakı sahiplenen insanların tavrına kalmıştır. Bu tür metinler yayımlanırken kişileri rencide etmekten sakınan bir anlayış genel olarak kabul görmüş ve sanatçıların özel evrakı, bu anlayış doğrultusunda yayımlanır hale gelmiştir. Ali Nesin, Aziz Nesin’in kişisel notlarını yayımlarken kimi yerleri sansürlemekten kaçınmamıştır.

Bütün bunların ışığında şunu söylemek istiyorum, bir yazardan geriye kalan her şey, onun yaşamını ve edebi üretimini aydınlatmaya yarayan önemli kaynaklardır. Günlüğünü okuyarak bir yazarın düşünce dünyası, okuma alışkanlığı ya da insanlar hakkındaki düşünceleri üzerine çok şey öğrenebilir ve gerekirse bu bilgileri edebi yapıtı çözümlemede kullanabilirsiniz. Ancak, bir yazarı yazdıklarıyla değerlendirebilir, onun sanatçı kimliğine dair tüm yargınızı sadece yapıtlarından yola çıkarak verebilirsiniz. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Aydaki Kadın vb. yapıtları nedeniyle Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biridir… Ötesindeki her şey ondan ayrı, başka bir şeye dahildir.

Musa İğrek
Kitap Zamanı
14/1/2008

http://kitapzamani.zaman.com.tr/kitapzamani/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=969

Yorumlar