Doç. Dr. Ekrem Demirli
|
Bir söyleşinizde “Tasavvuf, ilk kez İbnü’l-Arabî ve
takipçileriyle birlikte metafizik bir çerçeve kazanarak İslam ilim geleneğinin
merkezine yerleşti.” diyorsunuz. Sizin deyişinizle “bütün tasavvufu temsil
eden” bu önemli eserin tercümesi için neden bunca yıl beklendi?
Belki soruyu bu ihmalin gerekçeleri nedir, diye yeniden
ifade etmek lazım. Meseleyi iki aşamada ele alabiliriz: Birincisi Osmanlı
döneminde –bilhassa son dönemlerde- niçin tercüme edilmemiş, ikincisi
Cumhuriyet döneminde niçin tercüme edilmemiş? Bence Osmanlı dönemi, büyük
kitapları, onların özetlendiği muhtasar kitaplardan takip etmeyi tercih etmiş.
Bu iki kitap türü arasında ortaya çıkan boşluğu ise müderrisin ve şarihin
doldurduğu hakkında iyimser bir kanaat yaygın. Ben bu kanaatte değilim gerçi.
Bana göre sorun daha ciddi. Osmanlı aydınlarının bilim ve düşünceyle kurdukları
ilişkiyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Cumhuriyet devrinde ise sorun daha çok bir
ilgi ve yeterlilik sorunu şeklinde gözüküyor. Kanaatimce sadece Fütûhat-ı
Mekkiyye’yi değil, pek çok kitabı tercüme edebilecek birikim hâlihazırda
oluşmuş değil. Yani “tercüme edilmemiş” değil, “edilememiştir” diyerek
yüzleşmemiz lazım ciddi bir sorunla. Bu noktada ileri sürülebilecek pek çok
karşıt görüş bu olguyu perdelemekten ileri gitmez. Cumhuriyet döneminde
üniversitelerde oluşan birikim İslam metafiziğinin kaynaklarını takip
edebilecek yeterlilikte değil. Kanaatimce İbn Sina, Razi gibi isimler niçin
tercüme edilmemişse Fütûhat da onun için tercüme edilmemiştir.
Fütûhat-ı Mekkiyye’yi İbnü’l-Arabî şöyle tanımlıyor:
“Muhammedî şeriatın batınî boyutlarıyla ortaya konulduğu bir kitaptır.” Bunu
biraz açar mısınız?
Fütûhat-ı Mekkiyye özünde vahyin bulunduğu bir “dinî
tefekkür” kitabıdır. Kitabın bence en değişmez vasfı budur. İbnü’l-Arabî dinin
iman-ibadet ve ahlâk alanındaki hakikatlerini evrensel bir dille nasıl ele
alabiliriz, bütün bu bahisleri “insan” sorunu üzerinden nasıl ifade edebiliriz
diye düşünür. Bu özelliğiyle eseri Gazali’nin İhya’sıyla mukayese ederken şunu
söylemiştim: Gazali çok önemli bir teşebbüsünü belirgin bir ana fikre sahip
olmadığı için eksik bırakmış görünmektedir. İbnü’l-Arabî ise vahdet-i vücud
diye ifade ettiğimiz bir ana fikre sahip olduğu için o işi ikmal etmeye
çalışmıştır. Bu iş dinin zahir’i ve batınî boyutlarıyla yeniden yorumlanması,
yani bir “ihya” teşebbüsü olarak görülebilir.
Otuz yedi ciltten oluşan ve “İslamiyet’teki bütün zahirî ve
batınî ilimleri kapsayan” Fütûhat-ı Mekkiyye’yi tercümeye niyetlendiğiniz gün
neler geçmişti aklınızdan?
Tam olarak hatırlamıyorum, 1994 senesinde Fütûhat’ı okumaya
karar verdiğimde pek çok kişiye inandırıcı gelmemişti, bunu hatırlıyorum.
Öteden beri şöyle bir düşüncem vardı: Türkiye’de bilgiyle insan arasındaki
engelleri azaltmaksızın edebiyatta, tefekkürde, sanatta sağlıklı bir düşüncenin
gelişmesi mümkün değil. Düşüncenin olmadığı yerde ise dile hamaset hâkim olur.
Hamaset şöyle konuşur: “Falanca çok büyüktür”, “çok önemlidir”, “bizde daha
iyisi vardır” vs. Bence Türkiye’nin en azından bir asrı böyle harcanmıştır.
Bilgi hamaseti dışlar ve gerçeğin serin tabiatıyla yüzleşmeyi sağlar. Artık
şöyle konuşuruz: “Falan şöyle der, bu düşünce doğrudur.” Ben Türkiye’de
çalıştığım alanla ilgili söylemi hamasetten kurtarmak istedim. Meselenin esası
budur.
Yaklaşık altı yılın sonunda, 18 ciltle tercümeyi tamamlamak
üzeresiniz, İbnü’l-Arabî’yi çevirmedeki zorluklar nelerdi?
Bir kitabın çevirisinde bence en önemli mesele kitapla
ilgili bir perspektif sahibi olabilmek. Neyi çevirdiğiniz hakkında doğru bir
kanaatiniz olmalı. Bence üzerinde en çok durmamız gereken nokta budur. Ben bu
büyük sorunu Konevî’nin rehberliğiyle aşmaya çalıştım. Aslında İbnü’l-Arabî’ye
kadar yaptığım bütün çalışmalar bir hazırlık süreciydi. Aklımda sürekli
İbnü’l-Arabî, Fusûs ve Fütûhat vardı. Günlerce kendi kendime konuştuğum ve İbnü’l-Arabî
ile sohbet ettiğim oldu. Kimdi ve ne yapmak istemişti? Bu büyük sorunu çözmek
istedim. Başka büyük zorluk kitabın hacmi. Her biri yaklaşık beş yüz sayfalık
büyük boy on sekiz cilt kitabı tercüme etmek, itiraf edeyim ki, düşündüğümden
daha zor oldu. Dil ve üsluptan kaynaklanan sorunlar oldu, zengin konulu bir
kitabı çevirmenin güçlükleri oldu. Konuların bir kısmı ilgimi daha az çeken
konulardı. En büyük sorunlardan biri de bu bahisleri tartışabileceğim kimsenin
olmayışıydı. Bir iki yakın arkadaşımı istisna edersem, tercüme sürecinde bende
hâsıl olan duygu ve düşünceyi paylaşabileceğim kimse yoktu. Üstelik Türkiye’de
veya dünyada ciddi bir uzmanının bulunmadığı bir düşünür İbnü’l-Arabî. Bunun da
büyük zorlukları oldu.
Geçen süre içerisinde nasıl tepkiler aldınız ve tercüme
aşamasında yıldığınız zamanlar oldu mu?
Yılmak değil de, zorlandığım oldu tabii ki! En çok on
yedinci ciltte zorlandım. Bunun dışında zorlandığım ve keyfimin kaçtığı
zamanlar da oldu. Konuların benzediği bahisler ve yeni bir şey öğrenmediğimde
heyecanımın azaldığı dönemler oldu. Tepkilere gelirsek, doğrusu çok olumlu
tepkiler aldığımı belirtmeliyim. Meslektaşlarımdan çok doğru eleştiriler ve
tepkiler aldım. Bunların bir kısmı tercüme sürecini etkilemiştir. Belki daha
sonra da etkileyecektir. Fütûhat beni çok kıymetli insanlarla tanıştırdı,
onların kitabın tercümesinden yararlandıklarına şahit oldum. Olumsuz tepkiler
de aldım. Bir kısmı kitabın tercümesini gereksiz bulduğunu belirtti, bir kısmı
özetlense daha iyi olurdu dedi. Genellikle yeni kelimeler kullandığımı
söyleyenler oldu, ancak bunun mahzurunu anlamış değilim. Türkiye’de bir çeviri
nasıl ele alınır ve nasıl eleştirilir, bu da ciddi bir sorun. İmla hataları
var, bu konulardaki eleştiriler çok haklı. İleriki baskılarda bu hataları
gidereceğiz inşallah. Muhtemelen tercüme hataları yapmışımdır –tamamen sehven
yapılmış bir hataya 10. ciltte işaret etmiş ve özür dilemiştim- onları da
ikinci baskılarda dikkatle tashih etmek lazım.
İbnü’l-Arabî’ye atfedilen 600’den fazla eser olduğu
söyleniyor. Şunu merak ediyorum, “Bir tek kitap yazmaya bile niyet etmedim.”
diyen Şeyh’ül Ekber, bu kadar eseri nasıl yazdı?
Bu sayı meselesini doğru anlamak gerekiyor. İbnü’l-Arabî en
velut birkaç yazardan biridir. Fakat bu sayının altı yüze çıkması abartılı.
Daha doğrusu bu eserlerin önemli bir kısmının küçük risalelerden oluştuğunu
hesaba katmak gerekir. Bence Fütûhat, İbnü’l-Arabî’nin bütün bir özeti gibi.
İbnü’l-Arabî bahsettiğiniz cümleyi Fütûhat’ta da tekrar eder ve “bu yola başka
amaçlarla girdik” der. Başka bir söz de beklenemezdi herhalde. Çünkü seyr ü
süluk ikilik kabul etmez, insanın bütün amaçlarından sıyrılıp rıza-yı Bari’ye
odaklanması şarttır. İbnü’l-Arabî de bunu söylemek istiyor. Fütûhat ve diğer
eserlerini ise bize bir lütuf ve “miraç” hediyesi olarak takdim ediyor. Biz de
bu hediyeleri büyük bir bahtiyarlıkla kabul etmeliyiz.
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin pek çoğu üzerinde çalışılmamış
ve bu eserler yayımlanmayı bekliyor, diyebilir miyiz?
Prof. Dr. Mahmut Kaya hoca bir kitabını ithaf ederken “hakkı
yenmiş medeniyetimize” diye bir tabir kullanmış. Çok hoşuma giden bir tabir bu.
“Hakkı yenmiş” olanların içine en çok girmesi gereken kişilerden biri
İbnü’l-Arabî’dir. Ayrıca Konevî girer, Ferganî girer, Cendî girer, İslam
filozofları, kelamcıları, farklı dönemlerden pek çok düşünür girer. Üstelik
hakkı yiyenler bizzat biz Müslümanlarız. Bence önümüzdeki otuz kırk sene
içerisinde Müslümanların medeniyetleri hakkında titiz çalışmalar yapmaları
lazım. Şu anki gidişattan ümitli değilim. Müslümanlar hâlâ “sevmek” ve “önemli
bulmak” gibi hamaset cümlelerinden başka bir şey yapmıyor. Şu gerçeği çok iyi
anlamamız lazım: İbnü’l-Arabî’yi ancak ve ancak İslam medeniyeti
yetiştirebilirdi.
Çalışmalarıma yön veren cümlelerden birisi bu olmuştur. İbnü'l-Arabî ve Sadreddin Konevi birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı iki büyük düşünürüdür. İbnü'l-Arabî araştırmalarındaki başarısızlık kanaatimce Konevi’nin ihmal edilmesinden kaynaklanmıştır. Konevi bize zemini ve çerçeveyi verir.
İbnü’l-Arabî uzmanlarından İspanyalı Prof. Dr. Pablo
Beneito, “İbnü’l-Arabî ile Batı düşüncesi arasında entelektüel seviyede bir
ilişki bulunmadığını, çünkü İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin 20. yüzyılın
başlarından önce Batı dillerine tercüme edilmediğini” söylüyor. Batı’da
İbnü’l-Arabî üzerine pek çok çalışma var, bunu göz önünde bulundurursak,
Batı’nın İbnü’l-Arabî ile tanışması konusunda siz ne düşünüyorsunuz?
Aynı kanaatteyim. Batı’nın İbnü’l-Arabî’yi ve hatta
tasavvufu pek önemsemediğini düşünüyorum. Bu konuda verdiğim bir misal vardır:
Bazı Batılı araştırmacılar Dante’de İbnü’l-Arabî etkisinden söz ederler. Ben de
diyorum ki, Dante’nin siyah ve beyaz dünyasıyla İbnü’l-Arabî’nin paradoksal ve
karmaşık dünyası arasında bir irtibat bulmak mümkün değil. İbnü’l-Arabî bir
düşünceye kıyısından köşesinden tesir etmez. O bir yere girdiğinde düşünceyi
yeni baştan inşa eder, temelini değiştirir. İbnü’l-Arabî etkisini böyle bir
değişimde görmek lazım. Yoksa herhangi bir düşüncenin verebileceği bir etkiyi
İbnü’l-Arabî’nin vermiş olmasının bir manası yok. Bence İbnü’l-Arabî hem Batı
hem İslam için bir “kenz-i mahfi” olarak kalmıştır. Batı’da İbnü’l-Arabî
üzerinde ciddi bir araştırma görmedim. Yazılan az sayıdaki kitap ise Türkiye’de
başka saiklerle önemli hale geliyor galiba.
İlk kez tamamıyla başka bir dile çevrilen Fütûhat-ı Mekkiyye
tercümesi tasavvuf tarihi açısından kendine nasıl bir yer bulacak?
Tek başına Fütûhat çevirisini değil de bu kapsamda yazdığım
Fusûs’ül-Hikem şerhini, Konevî çevirilerini ve Konevî üzerine kitaplarımı,
İbnü’l-Arabî metafiziği hakkındaki kitabımı birlikte değerlendirmem lazım.
Kendi adıma bu çalışmaları bir proje bütünlüğü içerisinde planlamıştım ve Allah
gerçekleştirmeyi nasip etti. Bu eserler Türkiye’de İslam medeniyetini ciddiye
alan farklı alanlardaki insanları hedeflemiştir. Bunların içinde ilahiyatçılar
ve felsefeciler kadar edebiyatçılar, şairler, hikâye yazarları var. İleriki
yıllarda çalışmalar ve tabii ki Fütûhat’ın İslam düşüncesi çalışmaları
içerisinde bir dönüm noktası olması gerekiyor. Ancak paralel çalışmaların
yapılması lazım: İslam felsefe ve kelam klasikleri tercüme süreci tamamlanmazsa
tek başına Fütûhat’ın bir etkisi olacağını zannetmem. Yeni bir şerh ve telhis
dönemine girmek lazım! Fusûsu’l-Hikem şerhi İbn Sina’nın Metafizik ve İşarat
gibi kitaplarının veya kelamdan bazı temel kitapların şerhiyle anlam bulacak.
Bu sayede klasik eserlerle bağımızın yeniden kurulması lazımdır. Aksi halde
İslam medeniyetindeki bilimlerin dilini anlamamız mümkün olmayacak.
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç “Fusûs’ül Hikem,
İbnü’l-Arabî’nin ilk okunacak kitabı değil, Fusûs, özel bir eserdir, bir nevi
mezuniyet kitabıdır. Bir hayli merhaleden sonra okunur.” diyor.
İbnü’l-Arabî’nin dünyasına girmek isteyenlere siz ne tavsiye edersiniz, nereden
başlanmalı sizce?
Bir İbnü’l-Arabî okuru evvelemirde evrensel çapta bir
metafizikçinin karşısında olduğunu bilmeli. Bu şuura sahip bir insana karşı
İbnü’l-Arabî tahmin edilemeyecek kadar cömert davranacaktır. Bence işin özeti
şu: İslam metafizikçileri açık ve anlaşılır bir dil kullanmışlardır. Çünkü bu
dinin peygamberi öyle bir dil kullanmıştır. Kimse Hazreti Peygamber’den daha
bilgili ve daha hikmetli değil. İslam metafizikçileri dili belirsizleştirerek
insan üzerinde otorite inşa etmezler, insanı ezmezler. İslam gizemci ve
karanlık bir düşünceye sahip değil, hakikati anlamak için gözleri yummak
gerekmez bu gelenekte. Herkese açıktır kapı ve ciddiyetle davrananlar o kapıdan
içeri girebilirler. Bence sıralamaya gerek yok, ısrarla ve cesaretle
İbnü’l-Arabî ve benzeri klasik düşünürlerimizi okumak lazım.
Musa İğrek
Kitap Zamanı
Sayı: 72
Yorumlar
Yorum Gönder