Yazar emekli olur mu?

İllüstrasyon: Cem Kızıltuğ
Amerikalı yazar Philip Roth, geçtiğimiz aylarda Fransız dergisi Les In Rocks’a verdiği söyleşisinde, edebiyattan emekli olduğunu ve yazmayı bıraktığını söylemişti. Bilgisayarının kenarına iliştirdiği ve her sabah bakıp güç aldığı küçük bir nottan bahsediyordu Roth: “Yazmakla mücadele sona erdi.” Roth yazmayı bırakma kararını son romanı Nemesis’ten sonra, sessizce almış.

Bu kararını vermeden önce sevdiği yazarların (Dostoyevski, Turgenyev, Conrad, Faulkner ve Hemingway) kitaplarını elli yıl sonra yeniden okuyan yazar daha sonra kendi yazı serüvenini ‘sondan başa’ okumaya koyulmuş, yazdığı ilk dört kitaba gelene kadar “evet, olmuş” diyen yazar sonrasında ise kendi kitaplarına ilgisini yitirdiğini söylüyor. Bu muhasebeden sonra söyleyecek bir sözü kalmadığını düşünen romancı, artık daha iyi yazamayacağını, hayal kırıklıklarına ve tekrar tekrar yazmaya gücünün kalmadığını belirtiyor.

Mart ayında 80 yaşına basacak ve şimdiye kadar 31 kitabı yayımlanan yazarın bu kararı dostlarını da şaşırtmış haliyle. Günlerce yazmak için kaybolan, bir evin köşesinde saatlerce inzivaya çekilen o adam gitmiş, vazgeçilmez sanılan tutkusu da bir anda sönüvermiş. Roth şimdilik kararından mutlu gözüküyor. Öyle ki, eşine dostuna artık kendisinin yemek yaptığını belirtiyor.

‘O kazandı, biz okurlar kaybettik’


Roth’un sözlerinde bir yazarın doygunluğa, belki bezginliğe varan hislerini sezmek mümkün. Yazmayı bırakarak hayattan yalnızca dinginlik ve huzur içinde günler geçirmeyi bekleyen bir ihtiyarla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Roth başka bir yolu seçti; J. D. Salinger, Juan Rulfo, Clement Cadou, Robert Walser, Arthur Rimbaud, Juan Rulfo, Lev Tolstoy, Oscar Wilde, Guy de Mauppasant gibi ‘Bartleby Sendromu’na tutulmuş meşhur cemaatin suskunluğunu tercih etmedi. Onun gidişi epey ‘gürültülü’ oldu ve edebiyattan emekli olduğunu ‘resmen’ duyurdu. Roth bu emeklilik kararıyla bir bakıma aynasını kırmışa benziyor (Stendhal’ın roman için “yol boyunca gezdirilen bir ayna” deyişini hatırlayalım).

Hiç yazmayıp öylece köşesine çekilerek yine yapmak istediklerini gerçekleştirseydi (yemek pişirmek, kitap okumak, dostlarını ağırlamak) belki de suskunluğu daha çok anlam kazanabilirdi. Öyle ki, yazı denen hastalıktan kimsenin öyle kolay kolay iflah olmayacağını herkes bilir. Okur da yazarın elbet çekmecesinde yıllar sonra yayımlanmayı bekleyen kitapların durduğu düşüncesiyle kendini avutabilirdi. Burada Roth’un yazarlık mesleğini ve yazma eylemini nasıl algıladığı ile ilgili bir mesele var.

Roth’un bu kararından sonra okurlardan, eleştirmenlerden pek çok tepki geldi. Bundan vazgeçmesini isteyenlerin yanı sıra, yazmayı bırakmasının iyi bir tercih olduğunu çünkü artık eskisi kadar iyi yazamadığını söyleyenler, yazdığı bütün güzel eserler için kendisine teşekkür edenler, artık söyleyecek bir şeyi olmadığını itiraf edip okuruna dürüst davrandığı için yazarı tebrik edenler oldu. Dikkati çeken bir başka yorum ise şu: “O kazandı, biz okurlar kaybettik”. Eleştirmen James Walton ise yazarın bu kararına çok üzüldüğünü belirtip Roth’a emeklilik hediyesi olarak Nobel verilmesini önerdi.

Sırf kendi mutluluğu için yazmak


Burada Orhan Pamuk’un Amerikalı yazarlar ile ilgili bir tespitini paylaşmakta yarar var. Pamuk, Amerika’da romancıların kimi temsil ettiklerini, niye, kimin için yazdıklarını dert etmeden, yerleşmiş bir edebî ortamın zenginliğini ve alışkanlıklarını doğal kabul ederek kendiliğinden yazdıklarına değinir ve bu rahatlığa imrendiğini söyler: “Önyargım, bu saflığın nedeninin, yazarlarla okurların sanki aynı sınıfa, aynı cemaate ait olduklarını hissetmeleri; yazarların da birileri temsil etmek için değil, sırf kendi mutlulukları için yazmalarıdır.” Pamuk’un yerinde tespiti Roth’un yazmayı bırakma kararı ile birlikte okununca daha da anlam kazanıyor: Sırf kendi mutluluğu için yazmayı bırakan bir yazar.

Yazmayı bıraktığını ‘resmen’ duyuran bir başka yazar daha var aslında, Latin edebiyatının usta ismi Gabriel García Márquez. 2006’da Magazine adlı İspanyol gazetesine kararını açıklayan yazar, süreci şöyle anlatıyor: “2005 yılını izin yılı olarak kullandım. Bilgisayar başına oturmadım. Tek satır bile yazmadım. Ayrıca ne bir projem var ne de bir projeye sahip olma düşüncem. Daha önce hiç yazmadığım olmamıştı, bu hayatımın yazmadan geçen ilk senesi. Her gün sabah 9’dan öğlen 3’e kadar çalışıyordum ve bunun pratiği kaybetmemek için olduğunu söylüyordum ama işin aslı sabahları başka ne yapacağımı bilemiyordum.”

Márquez, yapacak bir şeyler bulmuştu: Yatakta kitap okumak! Bunun yanı sıra, tıpkı Roth gibi, daha önce okumaya vakit bulamadığı tüm kitapları okuduğunu söyleyen yazarı dinleyelim: “Önceleri yazmadığım zaman ne yaparsam yapayım bir dikkat dağınıklığı sorunu yaşadığımı anımsıyorum. Öğleden sonra 3’e kadar hayatta kalabilmek, sıkıntıyı atabilmek için bir aktivite uydurmam gerekti. Ama şimdi bu hoşuma gidiyor.” Sonuç olarak yazmayı bırakmak, kendi deyişiyle Márquez’in hayatında hiçbir değişikliğe neden olmadı ve yazmaya ayırdığı saatler daha sıkıcı işlere esir düşmediği için de Márquez kararından memnun.

Kimi yazarlara göre yazmanın varoluşsal bir anlamı var, onu bir zanaat, profesyonel bir iş olarak görüp vakti geldiğinde emekli olmak, çekip gitmek pek öyle akıl erdirilebilecek bir durum değil. Kimilerince de yazmak bir zanaat ve böyle olduğu için de zamanı geldiğinde bırakıp gitmek gayet doğal. Eleğini duvara asan, kendine, eşine dostuna vakit ayırabilen Roth ve Márquez örneğinden sonra şu sorular akla geliyor: Uzun yıllar eser üretmiş bir yazarın edebiyattan emekli olması mümkün mü? Yazmayı bırakmak bir yazar için kolay bir tercih mi? Yazarın edebiyata ve okuruna karşı bir sorumluluğu yok mu? Yazacak bir şey yok demek anlamlı mı? Bu soruların cevaplarını vermek kuşkusuz yazma eyleminin nasıl bir ‘şey’ olduğunun ve kocaman edebiyat ailesinin farklı bireylerinin neler düşündüğünü anlamaktan geçiyor biraz da. Bu bakış, yüzyılların tartışma konusu olan yazmak hastalık mıdır, sorusunu yeniden deşmekten öte, Roth ve Márquez’i daha iyi anlamayı sağlayacak.

“Ah, belâlı bir uğraştır yazmak”


Yazmak denince her yazarın mutlaka bir sözü vardır. Hep üzerine konuşulacak bir gerçekliktir yazmak. Bu eylemin ardındaki ‘sır’rı ete kemiğe bürümek elbette zor. Marguerite Duras, yazma serüvenini anlattığı “Yazmak” adlı benzersiz denemesinde, yazma hastalığından söz edilebileceğini söyler ve yazmayı bir çılgınlık, bir tür yanardağ olarak tanımlar. Duras, bir taraftan da insanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağını kabullenmiştir, yaşamını dolduran ve onu büyüleyen tek şeyin yazmak olduğunu söylemekten geri durmaz. Yazar onun için tuhaf bir kişidir, bir çelişkidir, aynı zamanda da bir anlamsızlık. Yazma eyleminin çok ileri gidebileceğini söyler Duras, hatta “yazmayı bırakmaya kadar”.

Roth’un yorgunluğunu düşününce Duras’nın şu sözünü hatırlamakta yarar var, zira tam da gücünü yitirmiş olduğunu düşünen ‘ihtiyar’ yazarı tanımlıyor: “Beden gücü olmadan yazılamaz. Yazının başına oturabilmek için, kendinizden ve yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir.” Yazmasaydı, katil olabileceğini söyleyen Cioran ise yazmayı, bir yükten kurtulmak olarak tanımlıyor. Sartre, yazmayı dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmak şeklinde görüyor ve bunu okuyucunun cömertliği karşısına görev gibi çıkarmak olarak değerlendiriyor. Barthes’a kulak verdiğimizde, “Yazmak, bir bakıma, dünyayı (kitabı) kırmak ve yeniden yapmak demektir.” dediğini işitiyoruz.

Ferit Edgü Şimdi Saat Kaç’ta “Ah, belâlı bir uğraştır yazmak.” derken neye işaret etmekte: “Örneğin: Edip yazıyor. Roman yazıyor. Yazmadan edemediği için (ya da söyleyecek bir şeyi olduğu için) yazıyor. Okuyucu için yazıyor. Ama her kolay yanıt gibi, bu yanıt da aldatıcıdır. Çünkü yapılan bir genellemedir.” Nezihe Meriç ise yazıyı, ateşle oynamak diye tanımlıyordu. Bir de tartışmanın merkezindeki isme bakalım. The Paris Review’da yayımlanan söyleşisinde “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?” sorusuna Roth: “Daha çok gün boyunca yazan biri gibiyim.” cevabını verir. Roth, yazmanın, balığın yüzmesi, kuşun uçması gibi kendisi için doğal bir şey olmadığını söyler, onun için yazmak, karmaşık bir kimliğe dönüşmektir.

“Yazmasam deli olacaktım”


Yazmak denince, Sait Faik’in Türk edebiyatının klasiklerinden biri haline gelen “Haritada Bir Nokta” adlı öyküsüne değinmeden olmaz. Öyküde Ada’ya seneler sonra dönen ve etliye sütlüye karışmadan huzur içinde bir yaşam dileyen yazarın, gördüğü haksızlık karşısında yeniden yazıya sarılması anlatılır. En can alıcı, dillerden düşmeyen bölüm öykünün son cümlesidir: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Tomris Uyar, bu duyguyu taşımayan kişinin, yazıya atılması kadar yorucu, anlamsız bir heves olamaz yorumunda bulunur. Yazmanın temel gereklerini ise kırılmamak, küsmemek ve yılmamak olarak belirtir. Hele bu alışkanlıklardan yoksunsa kişi ruh sağlığını yitirebilir, diye de ekler.

Yazmak: Metotlu delilik


Tomris Uyar, yazmayı metotlu bir deliliğe benzetir ve bu deliliğin yolu sıkı bir disiplinden geçer. Uyar, sanat kaygısının temelinde zanaat kaygısı bulunması gerektiğini söyler. Peki, Tomris Uyar ne için yazıyordu: “Belki de var olduğumu kanıtlamak için yazıyorum. Belki, edebiyatı bir miras, bir süreklilik diye düşündüğümden yazıdan kopamıyorum. Belki bir anlığına da olsa bir dünya kurma ve onu istediğim gibi işleme özgürlüğünden vazgeçemiyorum. Bütün bunlar bir yana, yazmadan edemediğim için yazıyorum.” Ya Borges… Edebiyatın kendisi için hayati bir önemi olduğunu düşünüyordu. Kendi deyişiyle, yazdıklarının çok iyi olduğunu düşünmesinden değil, yazmadan yaşayabileceğine inanmadığı için: “Yazmadığım zaman bir tür vicdan azabı çekiyorum.”

Şairler için başka bir anlamı var yazmanın, Hilmi Yavuz “Yazmak” şiirinde “yazmak, dirliğimdir benim” derken, İlhan Berk “Başkalarını bilmem, yazmak benim için cehennemdir” der. Berk’in bu cehennemi nasıl tanımladığını kendisinden dinleyelim: “Bana bu düşünceyi verense yazmanın zorluğu, güçlüğü, kahrediciliği değildir. Bunu söylerken ne sözcüklerin, ne dizelerin saçtığı cehennemi ne de beyaz bir kâğıdın yaptığı baskıyı, sıkıntıyı yadsıyorum. Az şey midir sözcüklerin zulmü? Sözcüklerin salt bir nesneyi algılamaları yeter mi? Sesleri, kokuları, renkleri, çağrışımları yüklenmeyen bir sözcük nedir ki? Bir dizede yer almaları, o dizenin kendisi olmaları kolay mıdır?”

‘Derdim, yeryüzünü yazmak’


Bu soruların da ötesinde bir acımasızlık, kahredicilik vardır İlhan Berk için: “Cehennem benim için önce bu yeryüzünü yazmak istememden, bunu üstlenmemden geliyor. Hem bunu benden kimse istemediği halde bu böyledir. Cehennem dediğim bu işte.” Berk’in derdi, yeryüzünü yazmaktır. “Her şey yazılmak istiyor” diye haykıran usta şair şöyle bitiriyor: “Yeryüzü, bu en büyük kitap, hep yazılmalıdır. Sözcükler, sevgili sözcükler yerlerinden oynatılmalıdır, yeni bir yaşam adına.” Edip Cansever’e göre bir Dostoyevski olmasaydı bile, Karamazov Kardeşler yazılacaktı. Cansever’in şöyle bir benzetmesi var: “Bir ıhlamur ağacını kesmekle, kendimi yazmaktan alıkoymak aynı şey.”

 Önce zanaatkâr olmaya çalıştığını söyleyen Turgut Uyar’ın tespitleri de bir hayli dikkat çekicidir: “Yeni bir teknik bulamayacaksam neden yazayım? Yeni bir ses ya da? Yazmak istediklerimin çoğunu yazmışken neden bir tane daha ekleyeyim eski şiirlerime?” Tomris Uyar, bu soruları Turgut Uyar’ın zanaata duyduğu saygıdan sorduğunu söyler. “Edebiyat, marangozluktan farklı bir iş değildir.” demişti Márquez, The Paris Review’a verdiği söyleşide, bu benzetmeyi şöyle yorumlamıştı usta yazar: “Her ikisi de çok çalışmayı gerektiriyor. Bir şey yazmak neredeyse bir masa yapmak kadar zor. İkisinde de elinizdeki malzeme gerçektir, ahşap kadar sert, işlemesi zor bir malzeme.”

Peki, yazarın görevi nedir? Sartre için, “hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürememesini sağlamak.” Umberto Eco ise yazarın tek bir görevinden söz eder: “Gerçek dünyanın okurun olasılıkla bilmediği yönleri hakkında da okura sürekli olarak bilgi vermek.” Nobel ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oé ne güzel anlatır yazarlık nedenini: “Bir balığın acısını yansıtmak için yazar oldum.”

Orhan Pamuk da meşhur Nobel konuşmasında bu soruyu şöyle açıklıyordu: “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.” Pamuk’un yazma nedeni biraz da Paul Auster’ın, Cam Kent adlı eserinin kahramanı Quinn’i hatırlatıyor: “Yazmayı sürdürmüştü çünkü becerebildiğini hissettiği tek şey buydu.”

Pamuk’un “Niçin yazıyorum?” sorusuna cevabı bunlarla sınırlı değil. Pamuk, kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiği edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığı; unutulmaktan korktuğu; getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığı; hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyor. Ve en önemlisi de mutlu olamadığı için, mutlu olmak için yazıyor.

Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak…


Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak… Enis Batur “Yazının Ucu” adlı denemesinde bu üç durumdan söz eder ve bunların aynı paydanın farklı payları olduğunu söyler: “Edebiyat, Yazı/n tarihleri, doğal olarak, yazmayanları içermez: Onları yapmadıkları şey nedeniyle tanımayız. Yazmayı reddettiğini söyleyenlerle karşılaştığım olmuştur; bilemem, bilemezler: Yazabilecekken mi, bilinçli bir kararla, yazma edimine, uğraşına sırtlarını dönmüşlerdir? Kırılmaz bir paradoks bekler orada: Yazmadıkça yazmama kararı verilemez. Öyle ya: Yazabilirdim, nereden biliyorsunuz?” Yazamamak Batur’un deyişiyle bir nevi ‘az ya da çok kilitlenmek’tir ve bunu yorumlamak öyle kolay bir iş değil, kuralı yok: “Yazamamak, derin yazma sıkıntıları çekmek, her seferinde farklı sorunların işin içine karıştığı apayrı denklemler ortaya koyar; bütün yazı serüvenleri nasıl biricikse, bütün yazamama halleri öyle benzersizdir.”

Batur’un bir başka tespiti ise şudur: “Yazı adamı, yazmaya bırakma kararı vermesinin bütün yazdıklarının üstüne kapaklanacak bir gölge, bir kafes olarak algılanması olasılığını göze almamalı(ydı).” Yazmayı bırakmak da her babayiğidin harcı değildir Batur’a göre, hele bırakmak ve geri dönmemek daha zordur: “Ömrünü yazmaya vermiş, yaşamını bu uğraşın etrafında biçimlendirmiş biri için doğan boşluk ölçülemeyecek kadar büyük olsa gerektir. O boşluğun ortasında sonra nasıl yaşadığını bilmiyoruz işte.” Batur, kışkırtıcı bir soru sorar: “Yazma’nın, yazı’nın neden bir sonu olmasın yaşarken?”

Yazıya kölece bağlılık


Bilge Karasu, Gece’de, “Yazmış olmak için yazmak; eli durmamak için yazmak; söyleyeceğini kararlaştırmamış olsan da yazmak…” der. Nurdan Gürbilek’in deyişiyle Karasu’nun bu sözü, susulabilecek bir bilgelik ânının olmadığını gösterir. Yazılabilecek başka bir şey kalmadığının düşünülmesi, tıpkı Roth örneği gibi, Gürbilek’in şu tespitiyle anlam kazanıyor: “Yazıya olan kölece bağlılık, onun taleplerine boyun eğmek, yazıya bu kadar çok yüklenmek sonunda okunmaz bir metne de götürebilir yazanı. Kusursuz bir yapıt yaratma arzusu, ‘bilinebilecek bütün şeylerin’ bilindiği bir doluluk hayali, buna yazıda ulaşma isteğinin doğurduğu huzursuzluk metnin kendisini de yiyip bitirir, içinden çıkılmaz bir yumağa dönüştürebilir.” Roth’unki biraz da, yazılabilecek bütün şeylerin yazıldığı, bilinebilecek bütün şeylerin bilindiği hissi ile kenara çekilen bir yazarın sesi...

Elias Canetti, sorumluluk duyan birinin yazar olabileceğini söyler ve “Her şeyden önce yazara düşen, kendi iç dünyasında sürekli genişleyen bir yer açmaktır.” diye ekler. Ya Hemingway? O da Canetti ile aynı gökyüzüne bakarak şunu haykırır: “Hepimiz, kimsenin asla usta olamayacağı bir zanaatın çıraklarıyız.” Şu halde yazarın ‘tükendim’, ‘bittim’, ‘yoruldum’ diye eleğini duvara asması, yazacak bir şeyinin kalmadığını düşünmesi öyle hemen kabullenilecek bir durum olmasa gerek.

Barthes ise yazarı, kendi yapısını da, dünyanın yapısını da, sözün yapısında yitiren tek kişi olarak görür ve “Yazarlar ve Yazmanlar” adlı denemesinde şu tespiti yapar: “Kendi kendini batırmadıkça, yani varlığını sözün varlığıyla karıştırmadıkça, yazın kurumlarının eninde sonunda sindirmediği yazar yoktur: Bu nedenle pek az yazar yazmaktan vazgeçer, çünkü böylesi gerçekten kendini öldürmek, olmayı seçtikleri varlık olarak ölmektir; böyleleri çıktığı zaman, susuşları açıklanmaz bir değişme olarak yankılanır.” Yazmaktan vazgeçen bu ‘azınlık’ Barthes’ın dediği gibi kısaca ‘kendini öldürenlerdir’.

Ali Çolak, bir yazısında Selim İleri’nin bir gün, bildiği bütün kelimeleri kaybedeceğinden, dilsiz ve yazısız kalmasından korktuğu rüyasından bahseder ve ekler: “Artık hiç yazamamak endişesi, şahdamarımın yanı başında bir yerde, varlığını hatırlatıp duruyor. Yazamamak, yokluğun küçük kardeşi. Bir eşya gibi oradan oraya taşınıp, sağır ve dilsiz, ölümü beklemek… İnsan bazen yazamaz, uzun süre yazamaz. Bin türlü sebebi vardır.” Çolak’a göre yazmak sıradanlaşıp alelâde bir alışkanlığa dönüşürse bu, yazıya ihanettir ve bu yüzden yazarın içinde “bir coşku alıp yürümemişse” oturup bir görevi yerine getirir gibi yazmak anlamsızdır.

Bilge Karasu’ya yeniden dönersek… Şöyle sorar: “Yazı yoluyla dünyanın karışıklığına, insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, daha ötesini niye söylemeyeyim sabukluğu, çoğumuza, belki de hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor; bir sonraki yazımızla bu utkuyu sürdüreceğimize, büyüteceğimize güveniyoruz. Ne zaman vazgeçeceğiz, kendimizi, birbirimizi böyle aldatmaktan?” Kitabın sonunda ise daha kavurucu bir soruyu okuyucuya havale eder: “Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?”

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’yi bitirdikten sonra “artık ölebilirim” dediği söylenir. Salâh Birsel, bu durumu, avucundaki can kuşunu uçurmak olarak tanımlar ve “Yazarın yarattığı şey kendi yaşamından önce gelir.” der. Peki, Georges Perec’in, dünya kadar geniş bir kitap yazmanın hayalini kurmasına ne demeli? Ya da Tomris Uyar’ın “Eğer yazarsanız size bir ömür yetmez” deyişine? Bir otel odasında intihar etmeden önce Pavese’nin günlüğüne düşürdüğü “Artık yazmayacağım” sözüne?

“İkiyüzlü okur, -benzerim, -kardeşim, sen!”


Okurun ‘varlığına’ değinmeden olmaz. Kimi yazarlar için okur, yazarı yazmaya iten sebeplerden biridir. Necatigil’in deyişiyle, “Kendisini belki göremediğimiz, ama kokusunu duyduğumuz için ilerlemeyi göze aldığımız şifalı bitkilerdir.” okurlar. Baudelaire, “Okura” başlıklı şiirinde “İkiyüzlü okur, -benzerim, -kardeşim, sen!” diye seslenir ona. Ayfer Tunç ise “Okur yoksa yazmanın da anlamı, önemi yok.” diye düşünenlerden.

Yazmayı bırakmak, Roth’un ve Márquez’in söylediği kadar kolay olmasa gerek; bu nihayetinde yazarlığı, yazmak eylemini nasıl konumlandırdıkları ile ilgili bir sorun. Kimseciklerin üzerlerine gitmeye elbette hakkı yok, fakat ustalığının doruğunda yazmayı bıraktığını açıklamak, Roth gibi emekliliğini ilan etmek biraz kafa karıştırıyor. Yazmayı bırakmak kolayca hayata geçirilecek bir durum mu? Elbette, yazmak bir gölge gibi peşlerini asla bırakmayacaktır. Hem ne demişti Hulki Aktunç: “Yan yana gelmemiş / Sözcükler var daha”.

Yoksa hakikaten onlar kazandı ve biz okurlar kayba mı uğradık?

Yazarlar ne diyor?


Rasim Özdenören: Ölünceye kadar yazarız

Yazarın emekliye ayrılıp ayrılmaması o kimsenin yazarlığa verdiği anlamla bağlantılıdır. Şayet yazar kendini bir meslek erbabı olarak görüyorsa gazete yazarlığı, köşe yazarlığı yahut reklamcılıkta istihdam edilen metin yazarlığı gibi, yaptığı iş yazıyla ilgili olmakla beraber, o kişi bizim düşündüğümüz bağlamda bir yazar değil, herhangi bir meslek erbabı olarak görülebilir. Ama yazarı tefekkürle ilişkilendirerek düşünüyorsak, tefekkürün elbette hududu yoktur, yaşla veya hizmet yılı ile ilgili bir sınırlama da söz konusu olmaz. Dolayısıyla tefekkür bağlamında yazı yazan kimse için emeklilik söz konusu olamaz. O kendini emekli saymış olsa bile tefekkür ölünceye kadar onun yakasını bırakmaz. Bu itibarla yazarlığın anlamına ve mahiyetine bakmak lazım.

Bugünkü anlamda yazarlık modern zamanların ortaya koyduğu bir kavramdır. Son 200 yılı modern zamanlar olarak düşünürsek, öncesinde insanların yazarlık diye bir mesleği yoktu. Ama o insanlar ne yapıyordu; ya krala/padişaha öğüt verme ya da tarihe not düşme amacıyla fikirlerini kitaplarda topluyorlardı. Bunların gerek bizim tarihimizde gerek başka ülkelerde örnekleri hudutsuz. Gerçi bizim Divan edebiyatımızda şairlerin çoğu 25 yaşına kadar divanlarını tamamlamış ve o tarihten sonra da şiir alanına bir daha dönmemişler. Ama bu bilinçli bir seçimdi; kendilerini emekli saydıkları için değil... Divan edebiyatında böyle bir teamül yerleşmişti.

Bana göre yazarlıkta kaideten emeklilik diye bir şey söz konusu olmaz, olamaz. Aslında bir yazarın tatili bile olmaz. O, başka meslek erbabı gibi, örneğin bir berber, bir terzi, demirci ustası veya masa memuru gibi, pikniğe gittiğinde işini masasında, tezgâhında bırakmaz; o, her gittiği yere işini de yanında götürür, çünkü kafasını yanında taşımak zorundadır.

Ancak yazar gazetelere yazı dizisi hazırlamakla, köşe yazıları yazmakla hayatını idame ettiriyor ise başka bir söyleyişle işini bir devlet memuru gibi yürütüyorsa, daha da başka bir söyleyişle işi “yaratıcı yazarlık” bağlamında bir yer tutmuyorsa, bir yaşa geldikten sonra, artık yazmak istemeyebilir, kendini emekliye ayırabilir. Fakat yazarlığı bir hayat tarzı haline getirmiş biri için emeklilik diye bir şey söz konusu olmaz. Kendimden pay biçeyim, benim yazarlıktan emeklilik diye bir düşüncem olmaz, olamaz. Aklımı yitirmedikçe, zihinsel veya bedensel yetilerimde bozulma olmadıkça yazmanın sonu yok benim için. Ölünceye kadar yazarız. Ama başka meslek yerine bu işi, yazarlığı geçim yolu olarak seçmiş olanlar, bu işi herhangi bir memuriyet olarak gördükleri için bir süre sonra köşelerine çekilip emekli olmak isteyebilirler.

Benim indimde ‘yazarlıktan’ kaideten emekli olma diye bir şey yoktur, ama her kaidenin istisnası çıkabilir. Philip Roth örneğinde olduğu gibi…

Selim İleri: Emeklilik özlenmiyor değil

Yazar bir gün kendini emekliye ayırmalı mı, tam kestiremiyorum. Ama bugünkü edebiyat ortamımızın hırgüründe, ihtiras tablosunda bu emeklilik özlenmiyor değil. Yazmak, biraz da yazdığınız ortamla ilintilidir. Bir an gelir, bıkkın, bezgin düşebilir insan.

Nursel Duruel: Yazar, edebiyata karşı sorumludur

Sanatta ve bilimde emeklilik olmaz. Sanatçı, eğer resmî ya da özel sektörde görev almışsa ya da çeşitli sözleşmelerle yükümlülük altına girmişse o görevlerden, bağlantılardan emekli olur ancak, sanatından değil.

Yazarlık, bireysel bir yaratım alanıdır. Kimse başkaları istediği için yazar olmaz/olamaz. Yazma eylemi, kişinin kendi isteği, iradesi, yeteneği çerçevesinde başladığına göre, ara verme veya sonlandırma da kendi isteğine bağlıdır. Elbette bedensel, zihinsel sağlığı ve dış koşullar yazma yetisini tümüyle yok etmemiş, yazmayı imkânsız kılmamışsa…

Öte yandan, yaratma dürtüsünde, yazarın isteğini, kararını aşan bir yan da vardır. Yazmayı bıraktığını söyleyen kişi, acaba yayımlamaktan mı vazgeçti yoksa yazmaktan mı? Yayımlamaktan vazgeçmek, yazardan yazara ve ortama göre değişkenlik gösteren zor ya da kolay bir tercih olabilir. Yazmayı bırakmak ise sürdürülebilirliği epeyce kuşkulu bir durumdur. Yaratıcı bir zihin, zaman içinde yazarın kendisini de şaşırtacak, hatta kararıyla çelişecek oyunlar oynayabilir. Yazarın sorumluluğu konusunda Milan Kundera gibi düşünüyorum. Yazar her şeyden önce edebiyata karşı sorumludur, edebiyatın o büyük birikimine karşı…

İyi bir yazar yazmayı bırakırsa okur olarak onun yazacaklarından mahrum kalacağımız için üzülürüz; ama kararından dolayı onu yargılayamayız. Böyle bir hakkımız yoktur, olması da düşünülemez.

Sevin Okyay: Yazıdan uzak kalmayı düşünemiyorum

Yazıp okuyarak yaşamayı seçmiş bir insanın gönüllü olarak yazmaktan uzak kalmasını anlamakta güçlük çekiyorum. “Uzun yıllar eser üretmiş” olduğu için alışkanlık edinmekten dolayı değil, yazmadan duramayacağına inandığım için. Nasıl ki okumaya sadakatle bağlı kişiler okumadan duramıyorsa, yazar da yazmaktan kendini alamaz diye düşünüyorum. Yazmak, benim çocukluktan beri yapmak istediğim tek şeydi. Yazacak halim kaldığı sürece de öyle olacak herhalde.

Öte yandan, elbette çok satan kitaplar piyasası konusunda birinci elden bir bilgim yok. Bir başarının ardından bir başkasına erişmek, beklentileri karşılamak insanı mutlaka hırpalar. Ancak bizim gayretlerimiz daha çok kendi küçük çevremizde kaldığı için vazgeçmekle sonuçlanacak etkileri olmuyor.

Edebiyata ve okura karşı sorumluluk meselesine gelince, bu sadece edebiyata ait bir mesele değil ki. Olsa olsa, genel bir sorumluluk duygusunun edebiyata da yansımış halidir diyorum. Böyle bir sorumluluk duygusuna sahip olmayı istemesen bile...

Yorumlar