Edebi türler arasındaki sınırın gittikçe daha da şeffaflaştığı
bir çağdayız; artık edebiyat türlerini kesin çizgilerle ayırmak mümkün değil.
Eleştirmen René Wellek’in dediği gibi, “Zamanımızın hemen hemen bütün yazarları
için tür farklılıklarının bir önemi kalmamıştır. Sınırlar sürekli ihlâl
edilmekte, türler birleştirilmekte ya da iç içe geçmekte, eski türler atılmakta
ya da dönüştürülmekte, yeni türler oluşturulmaktadır.” Yazma sürecinde kuşkusuz
yazar için en önemli şey, anlatmak istediği konuya ve elindeki malzemeye uygun
yazınsal biçimi bulmak. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şiir, söylemekten ziyade
bir susma işidir.” der ve ekler: “İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve
romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını
istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir.” Yazarından
çıkıp okurla buluşan kitapların üzerine iliştirilen ‘tür’ etiketi, o eserin
edebiyat tarihinde yer alacağı sınıfı belirlerken, okur da Alman kuramcı
Wolfgang Iser’ın deyişiyle, bu kod öğe vasıtasıyla bir beklenti içine girer,
kendini o türün sınırlarına göre hazırlar.
Metin hangi aşamada şekillenir?
Zaman içinde türü değişen kitaplar
Borges: ‘İlk cümleyi bulduğumda anlarım’
Malzeme kısa öyküye sığmayınca…
Joyce’un kararsızlığı ve Ulysses
Beklenmedik şeyler ve yazma süreci
Editörün ve yayıncının etkisi
Nâzım Hikmet’in Sabahattin Ali’ye öğüdü
Aynı malzeme üç farklı türde yazılırsa…
Yan karakterlerin metne müdahalesi
Hasan Ali Toptaş: Yine bir öyküye başladığımı sanıyordum…: Yirmi üç yıl önce, işyerinde çalışırken aklıma bir şey
geldiğinde hemen küçük bir kâğıda not alırdım. Bu notlar çoğunlukla bir öykü
çekirdeği olurdu. Ya da o günlerde üzerinde çalıştığım bir öyküde kuvvetli bir
cümleye dönüşürdü. Bazen de şiir olurdu. Bir gün şöyle bir not yazdım
işyerinde: “Aynaya baktıkça dedeni göreceksin.” Bu cümle (yahut dize) daha
sonra ilk romanım Sonsuzluğa Nokta’yı doğurdu. O güne kadar hep öykü yazdığım
için, yine bir öyküye başladığımı sanıyordum, baktım ki roman sanatına
bulaşmışım. Bunu fark edince metne öykücü gözüyle bakmaktan vazgeçtim tabii,
ona romancı gözüyle bakmaya ve öyle yazmaya başladım. Benim yaşadığım bir başka
örnek, Yalnızlıklar. Onu yazarken hangi edebi türde yazdığımı hiç düşünmedim.
Yayımlanacağını da düşünmemiştim zaten; yazmayı bıraktım dediğim bir dönemde
elime hâkim olamadığım için, kendimi oyalamak amacıyla yazıyordum.
Yalnızlıklar’ı hangi türde adlandırmak gerektiğini bugün de bilmiyorum; şiir
desen değil, öykü desen değil, roman hiç değil. Bu nedenle Yalnızlıklar’ın
kapağında ve içinde türüne dair bir işaret yoktur. Bu çok uç bir örnek tabii.
Bence insan başlarken bilmeyebilir ama bir süre sonra öykü mü yoksa roman mı
yazdığını bilir ve metne o türün bilgisiyle bakmaya, öyle yol almaya başlar.
Müge İplikçi: Her zaman yol çatallanır: Buna benzer deneyimlerim oldu elbette! Örneğin Civan, bir
öykü olarak kafamda şekillendi ve sonra romana kaydı. Yazdıkça fark ettim... O
kadar çok söylemek istediğim husus vardı ki kurguyu uzatmamın daha iyi
olacağını, böylece kendimi daha hissedeceğimi anladım. Üstelik o sırada başka
bir romanı yazmaya soyunmuştum! Dahası Civan’ı yazarken başka başka öyküler de
yazmaya başladım. Anlayacağınız asıl roman projem gerilerde kaldı! Umarım artık kafam başka
yere kaymaz da tezgâhımda beni sabırla bekleyen bu romanı bitirebilirim! Kısaca
söylemek gerekirse yazmak yaşamın farklı bir boyutu. Benzeşirler. Her zaman yol
çatallanır. Gidersiniz ya da gitmezsiniz. Tercih sizindir.
Murat Gülsoy: Neler yaşayacağımı oluruna bırakıyorum: Çoğu zaman yazmak istediğim hikâyeyi ve onu yazacağım biçimi
önceden belirliyorum. Roman niyetiyle başlayıp öykü ya da başka bir türde
sonuçlandırdığım çalışmam olmadı. Ben bunu bir yolculuğa benzetiyorum. Örneğin
İstanbul’dan İzmir’e gitmeye karar veriyorum, yani ne yazacağımı, sonunu,
nereye varacağını biliyorum; hatta hangi yoldan gideceğimi de seçiyorum. Uçakla
kısa bir yolculuk mu yoksa uzun bir araba yolculuğu mu bunu da seçiyorum. Yani
öykü mü roman mı olacağına da baştan karar veriyorum. Yazmak istediğim hikâyeye,
benim ruh durumuma göre değişiyor bu seçimler. Ama o yolculukta neler
yaşayacağımı oluruna bırakıyorum. Yanıma kimin oturacağını, neler yaşanacağını
elbette bilemiyorum ve bu da yolculuğun zevkli kısmı. Kurmaca yazmak kısmen planladığım kısmen de kendiliğinden
yürüyen süreç.
Behçet Çelik: Metin yazdıkça şeklini kazanır çoğu kez: Benim başıma böyle bir şey gelmedi. Yazdığım romanların her
ikisine de, tamamlayabilirsem roman olacağını düşünerek başlamıştım. Kafamda
oluşan kurgu ve karakterler için öykünün yetmeyeceğini düşünerek kalkıştım
roman yazmaya. Bundan sonra yine öyle olur, diyemem ama. Her edebi metnin
özelinde bir yanıtı var bu sorunun. Genel bir şey söylemek doğru olmaz. Baştan
her şeyin kurgulanıp hesaplanarak yazıldığını sanmıyorum edebi metinlerin
-böyle yapanlar da vardır elbette- ama inanıyorum ki metin yazdıkça şeklini
kazanır çoğu kez. Metnin yazılmış kısımları
devamını da belirlemeye başlar bir zaman sonra. Yazma uğraşının benim
için en heyecan veren yanı, yazdığım sırada, yaratım sürecinde yaşadıklarımdır.
Metin ummadığım yerlere gitmeye başladığında, her şey denetimimde sanırken hiç
de öyle olmadığını fark ettikçe, kendimi yazmaya oturduğumda aklımda olmayan
şeyleri yazarken buldukça yazma uğraşı bambaşka bir boyut kazanıyor. Hal böyleyken
metnin türünün de başta tasarlananın dışına çıkıp değişmesi kaçınılmaz
olabilir.
Sadık Yalsızuçanlar: Belgesel metni olarak başladım,
hikâyeye dönüştü: Böylesi birkaç deneyimim oldu. Yıllar önce Rüya Sineması
adlı bir kitap yazmıştım. Sinemanın rüya ile olgusal ve metafiziksel
ilişkilerini tartışıyordu. Sonradan rüya sinemasını aslında bir anlatı olarak
yazmam gerektiğini düşünerek adını “Pınar Sineması” koyup uzun bir öykü
biçiminde yazdım. Dem romanı da biraz böyle gelişti. Serbest bir düşünce kitabı
olarak tasarladığım şeyi yıllar sonra bir roman olarak yazdım. Hiç adlı öykü
kitabıma adını veren uzun hikâye de böyle. Belgesel metni olarak başladım,
hikâyeye dönüştü. Zaman zaman böylesi tuhaf tecelliler oluyor.
Metin hangi aşamada şekillenir?
Bunun öncesinde yazarın yaşadığı kararsızlıklardan, metnin
hangi hallere dönüştüğünden ve yazılan metnin ne aşamada şekillendiğinden biz
okurların çoğu zaman haberi olmaz. Yazar ya hayattayken işin aslını söyler ya
da yazarın ölümünden sonra terekesindeki bir mektupta, günlüğünde metne nasıl
başladığı, eserin türünde herhangi bir değişikliğe gidip gitmediği açığa çıkar.
Bunların da ötesinde kitabın türü bir şekilde kendini dipte hissettirir.
Özellikle öykü olarak başlayıp daha sonra romana dönüşen kitaplarda yazarın
dolgu ve süslemeleri kitabın tasarlanan ilk şeklini ele verebilir.
Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da yayımlanan Tout Contre
Sainte-Beuve adlı kitap, Marcel Proust hakkında ilginç bir bilgiyi gün yüzüne
çıkardı. Kitabın yazarı Donatien Grau’nun verdiği bilgiye göre Proust,
eleştirmen Sainte-Beuve’e karşı yazdığı ünlü metni roman biçiminde mi, klasik
bir deneme olarak mı, yoksa ölmüş annesine mektup üslubuyla mı yazacağına karar
veremez. Sonuçta bir deneme/eleştiri kitabı ortaya çıkar. Edebiyat tarihinde
öykü, roman, şiir veya oyun yazmak niyetiyle başladıkları metinler zamanla
başka bir türe dönüşen J. D. Salinger, William Faulkner, Thomas Mann, John
Updike, John Steinbeck, Ernest Hemingway, Kemal Tahir, Henry James, Joseph
Conrad, Sabahattin Ali ve James Joyce gibi pek çok yazar var.
Yazma sürecinde yaşanan bu değişikliği kendi iradesiyle
yapanların yanı sıra metni yayımlanmadan önce eşine, dostuna, yayıncısına
gösterip kitabının türünü değiştirmeye karar veren yazarlara da rastlamak
mümkün. Bu örneklere geçmeden önce yazılan metnin hangi aşamada şekillendiğine,
türlerin kesiştiği ve birleştiği alanlara yazarların gözünden bakmakta yarar
var.
Usta yazar Jorge Luis Borges hangi türde yazacağını önceden
bilmediğinden bahseder: “İlk cümleyi bulduğumda anlarım ancak; ilk cümle,
biçimi oluşturduğunda. Sonra aradığım ritmi bulur ve devam ederim.” Yazmaya
başlamadan önce ne istediğini anlayıncaya kadar beklediğini söyleyen T. S.
Eliot için bir tiyatro oyunu yazmakla şiir yazmak arasında epey fark vardır:
“Duygularımı kendim için sözcüklere döktüm diyebilirsiniz bir şiirle.
Sözcüklerdeki, hissettiklerimden yansıyanlardır. Aynı zamanda şiirde kendinizi
seslendiriyorsunuz ki bu çok önemli. Kendi söyleyeceğiniz şekilde yazıyorsunuz,
halbuki bir oyunda durum böyle değil, yazdıklarınızın bilmediğiniz başka
insanlar tarafından seslendirileceğini en başından öngörmelisiniz.”
Her kare yerli yerine oturduktan sonra yazmaya başladığını
söyleyen Tomris Uyar yine de her şeyin değişebileceğinden, alabora
olabileceğinden söz eder ve bunu sanattaki risk payına bağlar. Edebiyatta
türler arası bir etkileşim alanına işaret eden Uyar, türlerin kesiştiği yeri
“yaşamın kendisi” olarak tanımlar. Fakat yine de türü o tür yapan başat
öğelerin bulunduğunu düşünür. Öykü için seçilen bir konunun bir romana
dönüştürebilecek kadar iyi olması gerektiği savına karşı çıkan Edith Wharton
ise bu yaklaşımın ortaya sadece ‘bodur’ bir roman çıkaracağı görüşündedir.
İngiliz yazar Rosamond Lehmann da her metnin kendi ritmini, sesini
oluşturduğunu söyler. Günümüzde pek çok romanın kısa öykülerle şişirildiğini
belirten Lehmann, iyi bir romanın kısa öykü olarak tasarlanamayacağını, çünkü
böyle bir sıkıştırmanın mümkün olamayacağını belirtir.
Her metnin bir
göndermeler mozaiğinden oluştuğunu söyleyen Jale Parla’ya kulak verelim:
“Yazarın önemsediği yazın geleneği bu mozaiğin çerçevesini oluşturur. Bizim
için bu saptamaların önemi şudur: Herhangi bir yazın türüyle, o tür içinde
yazılmış yapıt arasındaki ilişkinin karmaşık dinamizminin vurgulanmasıdır.
Yazın türleri asla durağan kalıplar değildir. Sürekli değişim içindedir.”
Dünya edebiyatında, metnini yazarken farklı bir türe çeviren
isimlerden ilk akla gelen, Ernest Hemingway. Usta yazar da tıpkı Borges gibi,
yazma sürecinde her zaman değişim ve hareket olduğunu düşünür. Başka bir
deyişle, onun için her şey hareket halindedir. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un
gidişatını önceden bildiğini ve yazacaklarını aynı gün tasarlayıp kaleme
aldığını söyleyen Hemingway, Ya Hep Ya Hiç ve Irmaktan Öteye Ağaçların İçine
adlı romanlarının ikisine de kısa öykü olarak başlar. Ya Hep Ya Hiç’in ilk iki
bölümü iki ayrı öyküdür aslında ve yazar üçüncü bölümü yazdıktan sonra bunları
birleştirip roman haline getirir. Hemingway’in Silahlara Veda romanı da bir
öykü olarak tasarlanır; metin gittikçe genişler ve altı ay sonunda romanın ilk
taslağı ortaya çıkar. Silahlara Veda yazarın en iyi kitaplarından biri olarak
değerlendirilir.
Yazma sürecinde tür
değişikliğine giden bir başka isim, William Faulkner. Nobelli yazar yüzyılın
klasikleri arasına girmiş ünlü romanı Ses ve Öfke’ye öykü olarak başlar
aslında. Peki, Ses ve Öfke nasıl yazılmıştır, yazarını tür değiştirmeye
zorlayan nedir? Faulkner’dan dinleyelim: “Beynimde bir resim olarak başladı. O
zaman sembolik olduğunu fark etmedim. Resim, küçük bir kızın armut ağacında
oturduğu çamurlu bir ağaç eviydi, orada bir pencereden büyükannesinin
cenazesini görebiliyor ve aşağıda bekleyen erkek kardeşlerine neler olduğunu
anlatıyordu. Kim olduklarını ve ne yaptıklarını, kızın donunun nasıl
çamurlandığını anlatmaya başlayınca hepsinin kısa öyküye sığmayacağını anladım,
ancak bir kitaba sığardı.”
Tür kararsızları listesinde dikkati çeken bir başka usta,
James Joyce. Ulysses’i ilk kez 1906’da, Roma’da bir bankada çalışırken
Dublinliler’e eklenecek bir öykü olarak düşünür Joyce, fakat bu öyküyü hiçbir
zaman yazmaz. Bunun yerine, 1914’te metni roman şeklinde tasarlar ve aynı yıl
kitabı yazmaya koyulur. Ulysses 1918’de ABD’de çıkan Little Review dergisinde
dizi şeklinde yayımlanmaya başlar. Joyce bir yandan romanını yazarken bir
yandan da metin üzerinde değişiklikler yapmaya devam eder. Ulysses, dergide
yayını sürerken, 1920’de ilginç bir şekilde yasaklanır ve roman 1922’de
raflarda yerini alır.
Pek çok kez tiyatro sahnesine ve filme uyarlanan
Frankenstein’ın yazım hazırlıkları da dikkat çekici bir hikâyeyi barındırır.
Mina Urgan’ın anlattığına göre, Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley 1816’nın
yazında, Lord Byron ve doktoru Polidöri ile Cenevre’de buluşur. Sürekli yağmur
yağdığından canları sıkılan üç isim, Byron’un önerisi üzerine birer korku
öyküsü yazmaya karar verirler. Henüz 19 yaşında olan Mary o gece bir rüya
görür. Gerisini Urgan’dan dinleyelim: “Düşünde solgun yüzlü genç bir bilim
adamı, bir masanın üstüne eğilmiş, bir insan yaratmaya çalışıyor; masanın
üstündeki yaratık da canlanır gibi oluyordu. Bu düşten esinlenen Mary Shelley,
Frankenstein’ı kısa bir öykü olarak yazdı. Ama eşi Shelley, yazdığını beğenip
onu yüreklendirdiği için bu kısa öykü bir romana dönüştü.”
Joseph Conrad yazmaya
hangi türde başlayacağı konusunda en kararsız yazarlardan biri sayılabilir,
zira Lord Jim romanını uzun öykü; Under Western Eyes adlı novellasını ise kısa
öykü niyetiyle kaleme alır. Thomas Mann da en az Conrad kadar kararsızdır. Usta
yazar, Büyülü Dağ’ı ve Buddenbrooklar’ı ünlü eseri Venedik’te Ölüm gibi birer
novella olarak yazmaya başlar ama bu niyeti gerçekleşmez. Buddenbrooklar 600
küsur, Büyülü Dağ ise 700 küsur sayfalık birer romana dönüşür.
Romana çevrilip çok satan kitap
Thomas Mann ve Joseph Conrad’ın dâhil olduğu ‘kararsızlar
cemiyeti’ne eklenecek bir başka isim Henry James’tir. Yazarın 1909’da bir oyun
olarak kurguladığı The Outcry pek ilgi görmez. James daha sonra bu eseri asıl
kurgusuna sadık kalarak, mekânları ve karakterleri daha detaylandırarak yeniden
yazar. Talih bu ya, rağbet görmeyen eser 1911’de roman olarak yayımlandığında
yazarın en önemli çalışmaları arasına girer ve epey ilgi görür. Hatta James’in
en çok satan kitaplarından biri olur. Yazarın türünü değiştirdiği bir başka
kitabı da Altın Kase adlı romanıdır. Metni novella olarak kurgulayan Henry
James fikrini değiştirir ve kitabı 480 sayfalık uzunca bir roman şeklinde
yayımlar.
Emile Zola’yı eserini başka bir türde yayımlamaya zorlayan
ise dönemin Fransa’sındaki tiyatro yönetimleridir. İlk romanlarından biri olan
Madeline Ferat’ı önce bir tiyatro oyunu şeklinde yazar Zola, fakat oyun
kapısını çaldığı tiyatrolar tarafından kabul edilmez. Bunun üzerine metni roman
olarak yayımlamaya karar verir. Kitap epey ilgi görür. Madeline Ferat bu
ilgiden sonra sahneye uyarlanır. Sir Walter Scott da önünü alamayan
kararsızlardandır. St. Valentine’s Day adlı eserini kısa öykü olarak tasarlasa
da metin üç kitaplık seri halinde yayımlanan bir romana dönüşür. Chuck Palahniuk
da David Fincher tarafından sinemaya uyarlanan Dövüş Kulübü’ne öykü olarak
başlar, sonra kitabı genişletip roman olarak yayımlar. Filme uyarlanan Baba
adlı romanıyla tanınan Amerikalı yazar Mario Puzo da tıpkı Palahniuk gibi ünlü
kitabını öykü olarak yazdıktan sonra genişletip roman haline getirir.
Yazma sürecinde tür değişikliğine, bazen de beklenmedik
şeyler neden olabilir. Örneğin, Charles Dickens’a büyük ün kazandıran ilk
romanı Mister Picwick’in Serüvenleri gazetede aylık tefrika şeklinde, bir çizgi
roman olarak yayımlanmaya başlar. Çizerin intihar etmesinden sonra ise proje
yarıda kalır. Dickens’ın gönlü eserini yarım bırakmaya razı olmaz ve yazar
Mister Picwick’in Serüvenleri’ni bir romana dönüştürerek yayımlar.
Bilimkurgu yazarı Ray Bradbury, Fahrenheit 451 romanına öykü
olarak başlar; bunun yanı sıra 1940’larda geçen ve çeşitli mecralarda
yayımladığı yedi öyküsünü 55 yıl sonra From the Dust Returned adlı bir romana
çevirir. Çinli yazar Ha Jin de henüz tanınan bir yazar olmadan önce bir novella
ve bir şiir kitabıyla yayıncı arayışına girer. Şiir kitabı hemen basılır,
novella ise öylece elinde kalır. Yazar Türkçede Bekleyiş adıyla yayımlanan bu
eserini önce bir novella olarak yazdığını, daha sonra romana dönüştürdüğünü
söyler.
İngiliz yazar Rachel Joyce ise beyin kanserinden ölen
babasını anlattığı ve 2012 Man Booker Ödülü uzun listesine giren The Unlikely
Pilgrimage of Harold Fry adlı kitabını önce bir radyo oyunu olarak yazar, daha
sonra romana çevirir. Eserleri Man Booker listelerinde yer alan tiyatro yazarı
Sebastian Barry de The Whereabouts of Eneas McNulty adlı romanına bir tiyatro
oyunu olarak başlar, fakat kahramanın inandırıcılığını monologlarla sürdürmenin
mümkün olmayacağını düşünür ve metni romana dönüştürür.
‘Senaryoyu romana dönüştürmek aldatmaca’
İngiliz yazar Nick Hornby bir keresinde bir film senaryosu
yazacağından söz eder. Gazeteci hemen sorar: “Zamanı gelince romana
dönüşmeyecek mi?” Hornby, “Hayır, hayır!” der ve ekler: “Bu ikisi ayrı şeyler,
bence bir film senaryosunu romana dönüştürmek aldatmaca. Zihninde hangi konunun
film, hangi konunun roman olacağını bilirsin. Kitap daha uzun olur, filmdeyse
izleyicinin varlığından haberdarsın ve senaryo ancak filme dönüştürüldüğünde
açıkça ortaya çıkar.”
Ünlü İtalyan yazar Pietro di Donato da 1937’de yazdığı
“Christ in Concrete” adlı öyküsünü romana dönüştürür ve kitap o döneme kadar
Amerika’da en çok okunan eser olur.
Nobel ödüllü Rus yazar Boris Pasternak ise “Hikâye”adlı öyküsünü roman olarak
tasarlar fakat metin öykü olarak yayımlanır. Eudora Welty’nin 1972’de Pulitzer
Ödülü kazanan eseri The Optimist’s Daughter da öykü olarak tasarlanır,
sonrasında novellaya dönüşür.
İyi bir editör her yazarın en büyük arzusudur. Editörün
sezgisi, becerisi özellikle eser ortaya çıktıktan sonra açıkça görülür. İyi
editörün azlığı bir yana, editörünün etkisiyle yazma sürecinde eserin türünü
değiştiren ve bunu yaptığı için canı yanan yazarlar da var. Hatta yıllar sonra
bu kararından pişman olup artık bunun üzerine konuşmanın gereksizliğinden dem
vuranlardan söz edilebilir. Örneğin, John Henry O’Hara’nın iyi Amerikan
romanlarından biri kabul edilen Appointment in Samarra adlı eseri için Fran
Lebowitz, bu eserin kesinlikle bir öykü olarak yayımlanması gerektiğini söyler.
Amerikalı yazar Lebowitz’in bu ısrarının ardındaki sebep şudur: Lebowitz,
O’Hara’nın yayıncısının onu yanlış yönlendirdiğini ve yayıncının arzusuyla
kitabın roman türünde yazıldığını belirtir.
Yazarın ölümünden sonra tür değiştiren kitap
Yazarının ölümünden yıllar sonra bir eseri başka bir türe
dönüştüren yayıncılar da var. Agatha Christie’nin 1930’da bir oyun olarak
yazdığı Black Coffee, yazarın biyografisini kaleme alan Charles Osborne tarafından
1998’de romana dönüştürülür.
Dünya edebiyatından örnekleri çoğaltmak mümkün: Mark Twain
The Prince and the Pauper adlı filme de uyarlanan romanını oyun olarak; J. D.
Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı bir öykü olarak; Jules Verne Seksen Günde
Devri Alem’i oyun şeklinde; George Sand Mauprat adlı romanını öykü biçiminde;
Philip Roth Portnoy’un Feryadı adlı romanını öykü türünde; Steinbeck Fareler ve
İnsanlar’ı tiyatro oyunu olarak ve Alice Munro “Postcard” adlı öyküsünü bir
roman biçiminde tasarlamıştır.
Türk edebiyatında da benzer örnekler bulmak mümkün. En
önemlisi ise kuşkusuz Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı. Sevengül
Sönmez’in Pertev Naili Boratav’dan aktardığına göre, Sabahattin Ali, unutulmaz
eserini önce bir öykü olarak tasarlar. Hatta öykünün başlığı da yazar
tarafından “Yirmi Sekiz” olarak konulur. Fakat bu tasarı gerçekleşmez ve eser
roman olarak yayımlanır. Nâzım Hikmet’in 1943’te Bursa Hapishanesi’nden
Sabahattin Ali’ye gönderdiği mektup dikkat çekicidir: “Kürk Mantolu Madonna,
ben bu kitabı hem sevdim hem kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın
birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük
burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki,
insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok
orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç
harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken, yani Berlin’e kadar olan pasajı,
senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o
başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin
efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman
yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harikalı musiki birdenbire
kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına; o kısım, başlı başına bir büyük hikâye
olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı
için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.”
urathan Mungan’ın Dört Kişilik Bahçe adlı eseri bu konuda
‘uç’ örneklerden. Zira yazar aynı malzemeyi üç farklı türde; radyo oyunu, film
senaryosu ve uzun hikâye şeklinde yazarak yayımlar. Aslında bu proje Mungan’ın
yüksek lisans tezidir. Yazar bu süreci şöyle anlatır: “Dört Kişilik Bahçe bir
diyalog bütünüydü kafamda. Bundan bir radyo oyunu da çıkabilirdi, bir senaryo
da. Yazarlığımda diyalog, benim için çok önemli bir şey. (…) Bir çeşit diyalog
metni istiyordum. Sonra da bunu bir hamur gibi açarak, yoğurarak; çeşitli
katkılarla zenginleştirerek değişik yazın türlerinde değerlendirmek istiyordum.
Sağlam, iyi kurulmuş bir diyalog çatısı, olayların gelişimini belirleyecek
çatışmanın niteliği hakkında yeterince fikir verici olacaktı.”
Aynı ‘malzeme’yi genişleterek başka bir türe dönüştüren
yazarlardan biri de Orhan Pamuk. Usta yazarın senaryosunu yazdığı
yönetmenliğini ise Ömer Kavur’un yaptığı Gizli Yüz, Pamuk’un Kara Kitap adlı
romanındaki “Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri” adlı bölümün genişletilmiş halidir.
Daha sonra kitap olarak da yayımlanan Gizli Yüz için Pamuk şöyle diyor: “Ben
yazdıkça, tıpkı bir romanı yazarken olduğu gibi, önceden hesapta olmayan bir
yığın yan konucuk, kişi, eşya, yer, hikâyeme kendiliğinden giriverdiler:
Unutulmuş kasabalar, ütüler, masalar, saat kuleleri, kasaplar, ortalıkçı
kadınlar, Şeyh Galip’ten mısralar, çayhaneler, ağaçlar...”
Feride Çiçekoğlu ise önce senaryo olarak yazdığı Suyun Öte
Yanı’nı filme uyarlanmasının ardından roman türünde kaleme alır. Kemal Tahir’de
ise durum farklıdır. Senaryosunu yazdığı fakat filme aktarılmayan Bozkırdaki
Çekirdek adlı eserini gözden geçirip roman biçiminde yazar. Attila İlhan’ın
aslında bir senaryo olan O Sarışın Kurt adlı eseri de daha sonra “görsel roman”
üst başlığıyla yayımlanır.
Karakterlerin yazarı sıkıştırdığı anlar da vardır. Hatice
Meryem’in önce beş-altı sayfalık bir öykü olarak tasarladığı İnsan Kısım Kısım
Yer Damar Damar adlı eserinde yan karakterlerin devreye girmesiyle metin öyküye
sığmaz ve romana dönüşür. Öyküyle romanın ekonomisinin başka olduğunu söyleyen
Cem Akaş’a Tekerleksiz Bisikletler adlı öykü kitabı için yapılan söyleşide
şöyle bir soru yöneltilir: “Bazen roman olmak için yola çıkan bir metnin
yolculuğunu öykü olarak bitirdiğiniz oluyor mu?” Akaş şöyle cevap verir: “Bu
kitaptaki bazı metinler (‘Eksiltilmiş Duygular Kütüphanesi’ ve ‘Feniks’in
Külleri’) benim roman niyetiyle yazmaya, notlar almaya koyulduğum metinlerdi.
Borges’in taktiğine başvurmak bana cazip göründü burada: İkisi de roman olarak
en az 300 sayfayı hak edecek projelerdi bunlar, üşendim; başkalarının çoktan
yazmış olduğu kitaplarmış gibi yapmayı ve onlar üzerine yazmayı, onlardan
parçalar almayı yeğledim.” Tahsin Yücel ise bir söyleşisinde Sonuncu adlı
eserini başlangıçta bir öykü olarak tasarladığını ama zamanla metnin romana
dönüştüğünü söyler.
Bizi ‘anlatı ormanları’nda gezdiren yazarların yazma
sürecinde yaşadıkları kararsızlıklar, metnin evrildiği haller elbette önemli.
Fakat bu dönüşümler bize sundukları metinlerin değerini değiştirmeyecek. Hem
Umberto Eco ne demişti: “Her ne olursa olsun kurmaca yapıtlar okumaktan
vazgeçmeyeceğiz çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız.
Sonuçta yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı
söyleyecek bir ‘ilk öykü’nün arayışı içindeyiz.”
Beşir Ayvazoğlu: Ateş Denizi’nde benzer bir macera yaşadım: Son kitabım olan Ateş Denizi’nde anlattığına benzer bir
macera yaşadım. Başlangıçta niyetim, Tanburi Cemil Bey’in hayatını biyografik
roman tarzında anlatmaktı. Epeyce yazmıştım da... Proje, yazarken 1933
Üniversite Reformu’nda kadro dışı kalan ve içine düştüğü derin bunalımdan kurtulmak
için Cemil Bey’in hayatını araştıran bir Darülfünun hocasının romanına dönüştü.
Eski musikinin bütün eğitim
kurumlarından kovulduğu, radyolarda da icrasının yasaklandığı yıllar olduğu
için bu araştırma bir yangından mal kaçırma macerası olarak şekillendi. Bu da
romanda yangın ve ateş metaforunun belirmesini sağladı. Şeyh Galib ve Hüsn ü
Aşk, dolayısıyla romana ismini veren ateş denizi metaforu, roman kahramanının
ismini de belirledi: Galip.
Musa İğrek
Kitap Zamanı
Sayı: 88
6/5/2013
Comments
Post a Comment