Bilgisayarla yakınlık kuramadım sözümü dinlemiyor


Türk sinemasının ‘Sultan’ı Türkân Şoray, geçtiğimiz aylarda kadim dostu Selim İleri’ye son model ve tam donanımlı bir bilgisayar armağan etti. Bugüne kadar bütün eserlerini daktilo ile yazan ve bir çeşit bilgisayar korkusu yaşayan Selim İleri, ilk günlerde dokunamadığı bilgisayar ile yavaş yavaş yazı tecrübelerine girişti. Bu da ister istemez, ‘Selim İleri, iyi-kötü günleri birlikte geçirdiği, tuşlarına vururken kimi zaman heyecandan ellerinin titrediği daktilosuna veda mı ediyor?’ sorusunu akıllara getirdi. Daktilo tamircisi bulamamanın zorluğu ve dostlarının manevi baskısı usta yazarı on beş yaşından beri birlikte olduğu yorgun ve dirençsiz dostundan ayırmaya zorluyor. Geçtiğimiz günlerde “İstanbul Mayısta Bir Akşamdı” (Everest Yayınları) adlı kitabı yayımlanan İleri ile bu kez kitabını değil, daktiloyu ve yazmayı konuştuk.

Babanızın Zürih’ten getirdiği şu meşhur Corona Standart marka daktilonuzun öyküsü nedir?

Babam 1920’li yıllarda yükseköğrenimini tamamlamak için Zürih’e gitmiş, o yıllarda daktiloyu almış. Fakat aldığı daktilo ikinci el. Uzun yıllar onunla çalıştı. Babamı 1968’de kaybettik ve o günden bugüne hep o daktiloyla yazdım ben. Sultanahmet’teki tamircim haber gönderdi: “Artık hiç kalmadı daktilo, bu son defa bir tamir olacak. Selim Bey duysun, bilsin.” Orası ne oluyor diye sordum. Sonradan döner kebapçı oldu. Sonra zavallı daktilom, korkudan olsa gerek, hiç sakatlanmadan, yıpranmış ve yaşlanmış bir şekilde, Necatigil’in eşsiz “Daktilo” şiirini anlatan bir tutumla, bugüne kadar tamiratsız götürdü beni.

Marquez, “Linotype daktiloların gürültüsünü severdim, yağmurun sesi gibi gelirdi bana.” der. Daktilonun sesi size neyi çağrıştırıyor?

Daktilonun sesini duymuyorum. Hiç farkında değilim. Aradan geçen zamanla, neredeyse 50 yıla yakın, aramızdaki ilişki organik bir noktaya dönüştü. Ses olarak bana belki de bir gün yağmur sesi vermiştir ama hiçbir gün beni rahatsız etmedi.

Teknolojiyle aranızın hiç de iyi olmadığını biliyoruz. Daktilodan bilgisayara tam olarak geçtiğinizi söyleyebilir miyiz, sizi kim ikna etmeyi başardı?

Hiçbir yere geçemedim. Aşağı yukarı beş ay kadar oldu. Türkan Şoray bana büyük incelik gösterip bir bilgisayar armağan etti. Önce çok sevindim. Bütün eşim dostum, ‘Zorunlu olarak bilgisayara geçeceksin ve işte bu kendi kendine bir fırsat oldu’ dedi. Ayşe ve Hüseyin Sarısayın bana “her şeyi çarçabuk öğrenirsin” diyerek bir hayal kurdular. Sonra derslere başladık. Haftada iki kere onlara gitmeye başladım. Yani son derece yeteneksizim herhalde. Dersler sürekli devam etti. Yapabildiğim açma-kapama, dosya açma ve dosyayı kaydetme oldu.

Bilgisayarda yazarken yaşadığınız zorluklar neler?

Klavyeyle cümle kurmaya başladığımda sorun oluyor, çünkü ben a, z, e, r ile başlayan bir daktiloyla yazıyordum. Yumuşak g’de takılıyorum. Cümle kurarken düşündüğüm şeyi o hızla klavyeye geçirememekten mi, yoksa gerçekten o ekranı görmekten mi ya da aygıtla kendi aramda bir dostluk kuramamaktan mı, cümle zihnimden hemen kayboluyor. Ancak cümle çok kısa bir şeyse olabiliyor. Herkes kendi yazımı veya başkasının yazısını alıp yeniden yazmayı tavsiye etti. İnsanın kendi yazısını yeniden yazmasına alışığım hatta öykü roman, en az üç dört kere yazarım fakat burada olmuyor.

Sizi gönülsüzce yönlendiriyor anlaşılan…

Garip bir şekilde kelimeyi yanlış yazıyorum, onun üzerine bilgisayar garip işaretler vermeye, bağırıp çağırmaya başlıyor. Yazdıklarım, bilgisayarın kendi kelime dağarcığında yoksa hemen altını çiziveriyor, ben de alay ediyorum kendisiyle, “cahil!” diye. Kelimenin nasıl yazılması gerektiği konusunda tam bir diktatör gibi dikiliveriyor önüme. Ona bakarken, aşağıda nereye bakacağımı kaybediyorum. Kısacası, bir türlü yakınlık kuramadık. Sanırım bilgisayarla kolayca dize yazabilirsiniz fakat uzun uzun cümleler çok zor. Bence daktilodan sonra bilgisayara geçen yazarların uzun-kısa cümle yazma değişiklikleri hakkında bir araştırma yapılırsa ilginç sonuçlar çıkacaktır.

Haydar Ergülen “Daktilonun yurdu yazı/mektup olur bazı bazı/ölür müydü daktilolar/yalnızca şiir yazsaydı.” diyor. Buna ne diyeceksiniz?

Çok güzel demiş. Tabii şiirin yerine, Haydar da kabul ederse, romanı, öyküyü de eklemek isterdim. Ama daktilonun da öldüğüne inanmıyorum ben. Bilgisayarla işlevleri farklı. Daktilo sizin dış dünyayla bağınızı hafif bir miktarda kesebilen bir şey. Bilgisayar ise kullanım açısından farklı. İnsanlar haberlere bakıyor, o ne yazmış ne etmiş diye inceliyorlar sonra yeniden yazıya dönüyorlar. Fakat bir roman, bir öykü, bir şiir bu kadar iç içe geçen zamanlarla yazılabilir mi bilmiyorum? Bilgisayar haberleşme, bir bilgi aracı ve Türkçeye çok iyi tercüme edilmiş: bilgisayar. Belki günün birinde kendim de yararlanırım, bunun için bilgisayarın sadece bir ‘bilgi sayar’ olduğuna inanıyorum.

Kimi yazarlar bilgisayara geçmemek için el yazısına döndü, sizin böyle bir niyetiniz oldu mu?

Büyük bir hata etmişim, keşke el yazısıyla devam etseydim. İlkokulda kendimce bir şeyler yazmaya çalışırdım, hep el yazısıydı. Belki de o daktilo çıkmasaydı, ömrümün sonuna kadar el yazısıyla devam ederdim. Şimdi yapamıyorum, bedenen de yoruyor. Bir de en kötüsü, yazdığımı okuyamıyorum. El yazım bozuldu. Bilgisayarla bir adaptasyon olacak diyorlar ama bu yaştan sonra nasıl gerçekleşecek meçhul.

Roland Barthes “Bugün bile hâlâ, daktilo, sınıf belirten bir araçtır, güç gösteren bir uygulamayla bağlantılıdır.” der. Buradan hareketle, daktilonun yerini bilgisayar mı aldı artık?

Evet, bu sözü bilgisayara dönüştürebiliriz. Hatta daktilo daha masum. Daktilo, sınıfsallık açısından baktığımız vakit Fransızların küçük burjuva dedikleri sınıfın karşıtı bir yerde kalmış oluyor. Fransızlar o kötü burjuvayı biraz alayla söylerler. Bence bilgisayar bir kötü burjuva gereci.

Yine Marquez “Otel odalarında, geçici mekânlarda ve bir de ödünç daktilolarda çalışamam.” der. Sizin bu türden sınırlarınız var mı?

Olamadı, çünkü klavyemin a, z, e, r olması hasebiyle hiçbir zaman gittiğim yerdeki daktilolar yazmaya uygun olmadı. O yüzden başkalarının daktilolarında çalışmak aklıma gelmedi. Mesela, Bilge Karasu’nun bir yaz evi olsaydı, orada çalışabilirdim, çünkü onun daktilosu da a, z, e, r idi.

Nasıl çalışırsınız, çalışma saatleriniz düzenli midir?

Eskiden geceleri geç saatte, 10.00-10.30’da yazmaya başlardım. Gençliğimde hep öyle çalıştım. Şimdi öyle bir şey kalmadı, sabah 8.00-8.30 gibi en geç kalkmış oluyorum ve 9 gibi de daktilo başına geçiyorum. Öğlene kadar, bazen öğleden sonrayı da buluyor çalışmak. Genelde öğlene 13.00-13.30’a kadar sürüyor.

Yazarken nasıl bir yöntem uyguluyorsunuz?

Direkt daktilo ile yazıyorum, çok uzun yıllardan beri bunu yaptım fakat “Her Gece Bodrum” ve “Cehennem Kraliçesi”nin bazı bölümlerini elle yazdığımı hatırlıyorum. Dediğim gibi, organik bir bağ var aramızda onu da yadırgamıyorum.

Çok düzeltme yapar mısınız?

Bende değişmeyen bir problem bu. Bütün bir 45 yıl boyunca, her yazdığımı en az bir kere daha yazarım. Hiçbir zaman bir kez ile yetinemem. Bazen otuz-kırk kere, tümünü demeyeyim, bir romanın başını yazdığım olmuştur.

Kendini biçimci olarak tanımlayan Truman Capote, “Biçimcilerin bir virgülün yeri veya bir noktalı virgülün kullanımıyla ilgili takıntı yapabilecekleri iyi bilinir. Bu tip takıntılar ve onlara harcadığım zaman beri rahatsız eder.” diyor. Noktalama işaretleriyle aranız nasıl, sizi rahatsız eden bu türden takıntılarınız var mı?

Ben de bu açıdan bir tür kaçıklık içindeyim. Yalnızca kendim yazarken değil, yayımlandığı andan itibaren sürer bu. Yanlış yayımlanmışsa veya yayımlandıktan sonra okuduğum vakit, kendime canım sıkılabilir. Burası noktalı virgül olacaktı, burası virgül olacaktı diye. Hatta bazen noktalama işaretlerinin yetersiz kaldığını hissettiğim anlar bile oluyor. Keşke şurada noktalı virgül ve virgül arası bir işaret olsaydı da o konulsaydı gibi de düşünüyorum.

Türk edebiyatında yalnız size mahsus bir şey bu titizlik galiba…

Evet, Necatigil’in iki çizgileri, bize kesitliyi haber vermek isteyen... Yine Leyla Erbil’in bir dönem üç virgül yan yana kullanması, herhalde dizgicilerin aklını kaçırtmak içindi. Yazdıklarımı hep sesli de okurum ben. Birçok insan bana yıllarca “Çok zor, anlaşılmıyor ne yazdığın. Keşke yemek yazıları gibi yazsan” gibi şeyler dediler. Oysa ben onlara kendi yazdıklarımı okuduğum vakit, “şimdi anlıyoruz ne demek istediğini” diyorlar, çünkü ben noktalama işaretlerinin hakkını vererek okumaya çalışıyorum. Onlar ise okurken noktalama işaretlerine gözlerini yumuyor. İnsanlar basit, sıradan şeylere alıştırıldı ülkemizde, özellikle de Türk edebiyatında.

Unutamadığınız bir anınız var mı bu konuda?

Altın Kitaplar’da çalıştığım dönemde bir redaktör hanım, ünlü bir şairimizin de kız kardeşiydi, yayımlanacak bir kitabın bütün noktalı virgüllerini atmış. Daha basılmadan ‘neden yaptın?’ diye sordum. “Daha kullanmıyoruz, kaldırdık bunları.” dedi. Mesela, Oğlak Yayınevi’nde çalışırken uzatma işaretlerini ısrarla kullanıyordum (hâlâ kullanıyorum), onlar ise kullanmıyorlardı ve büyük bir tartışma yaşanmıştı aramızda. Hâlbuki bir yayınevi, yazarın metnindeki noktalama işaretini kaldırdığında, yazarı suistimal etmiş oluyor.

Yazma sürecinde sizi rahatlatacak neler yaparsınız?

Bazen çok ender olarak yazdığım şeyin içinde geçiyorsa, diyelim ki bir tango dönemine 1930’lu yıllara ait bir şey yazarken, o tangoyu defalarca üst üste dinlediğim olur. Müzik dışında çok fazla yardımcı bir kılavuzum olmadı. O da her zaman değil, ender bir şey.

Yazarken neler dikkatinizi dağıtır?

Çok şey. Öncelikle evin içinde hiç kimsenin olmaması gerekir. Başka odada da kimse olmayacak. Bir tek ben olacağım evde. O yüzden bir tatile çıktığım vakit hiç yazı yazamıyorum. En önemlisi mutlak bir yalnızlık olması gerekiyor ve bu mutlak yalnızlığı bozan herhangi bir şey, bir telefon sesi ya da bir kapının çalınışı, bunların hepsi beni çok rahatsız eder.

Yazının başından kalktıktan sonra, üstünde çalıştığınız metni zihninizden uzaklaştırabiliyor musunuz?

Hayır, bırakamıyorum. Çok yorucu bir şey oluyor. Metin benimle sürekli beraber. Sanırım Ingeborg Bachman’dı, şöyle bir tespiti var: Bir telefon sesi her şeyi bitirir, dış dünyayla en küçük bir bağ kurmak bir eser için en büyük kötülüktür, diyor. Buna katılıyorum. Yani soyutlanıyorsunuz, gündelik olaylar, siyaset ikinci planda kalabiliyor veya kalmadığı takdirde yazdığınız şey zarar görüyor.

Yeni kitabınızı bilgisayardan mı yoksa daktilodan mı yazılmış olarak göreceğiz?

Bu gidişle hiçbir yerden göremeyeceğiz. Yazı hayatım, Mel’un ile noktalanmış olacak! Çünkü daktiloya da adapte olamaz hale geldim. Gazetenin yazılarını 3-4 saatte yazarken artık akşama kadar bitmiyor yazı. Şunu söyleyebilirim, daktiloyu seviyorum ama beni bilgisayara alıştırmak isteyen insanlara da şükran borçluyum.

Selim İleri'nin İstanbul kitaplığı genişledi

Selim İleri’nin son kitabı “İstanbul Mayısta Bir Akşamdı” geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu kitapla birlikte İleri’nin İstanbul yazılarını topladığı “İstanbul Kitaplığı” da onuncu kitaba yaklaşmış oldu. İleri, “Yıldızlar Altında İstanbul”, “İstanbul Seni Unutmadım” ve “İstanbul’un Sandık Odası” gibi daha önceki kitaplarında da olduğu gibi İstanbul Mayısta Bir Akşamdı’da okuru İstanbul’un geçmişinde bir gezintiye çıkarıyor. İleri, sayfalar ilerledikçe İstanbul sokaklarında dolaşırken yeri geliyor Halide Edip’e, Halit Ziya’ya, Mehmed Rauf’a uğruyor. Bazen İstanbul’un sokaklarında Racine, Corneille ve Shakespeare’den sesler duyuluyor. Kitap, “İstanbul Sonsuz Şehir”, “İstanbul’da Edebiyat”, “Gelmez Günler”, “Unutulmayanlar” ve “Mutfaktan” olmak üzere beş bölümden oluşuyor.



Yorumlar