İbrahim Yıldırım |
Edebiyatımızın üretken kalemlerinden İbrahim Yıldırım, yeni romanında yaşarken adı unutulmuş bir şairin gözünden Türkiye’nin sancılı birkaç dönemine odaklanıyor. Birkaç türün içiçe geçtiği romanda betimlenen darbe sonrası hayatlar ve huzursuz anlar, Yıldırım’ın deyişiyle ülkedeki karanlık karnavalı işaret ediyor. Edebî yolculuğunda, “Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz?” sorusunun peşine düşen yazarla Türkiye’nin “sıkıntı tarihi” olarak tanımladığı son romanını konuştuk.
Dokuzuncu Haşmet siyasi bir roman olarak nitelenebilir. Bir dönemi anlatmak için kahraman olarak “yaşarken adı unutulmuş” kurmaca bir şairi seçmenizin sebebi ne? Bunu romanın yapısıyla nasıl ilişkilendirmeliyiz?
Romanın kahramanı Haşmet Alçıtepe, yalnızca yaşarken unutulmuş, edebi müfredata sahip yaşlı bir şair değil; aynı zamanda görmüş geçirmiş bir siyasi… Dolayısıyla onun bu özellikleri bana Türkiye’nin sancılı birkaç dönemini birlikte ele alabilme olanağı tanıdı. Öte yandan, kahramanın yaşlı olmasının yanı sıra şairliği ve edebiyatla iyice içli dışlı olması da bazı açılımlar sağladı. Böylece romanda anı, otobiyografik roman ve nehir söyleşi gibi türleri de tartışmaya çalıştım. Bir başka sebep ise aynı zamanda eski bir direnişçi olan Haşmet’in son eylemini (kendi ifadesiyle şiirsel performansını) ancak bir şair gerçekleştirebilirdi.
Romanda darbe sonrası parçalanmış hayatlar, psikolojik geri dönüşler ve okuru içine çeken bir kargaşa var. Eserlerinizde sık sık karşılaştığımız bu manzarada ısrar ediyorsunuz... Neden?
Haklısınız, tanımladığınız şekilde yazmakta ısrar ediyorum. Hatta inatlaştığım ve farkına varmadan risk aldığım bile söylenebilir. Bu tutumum hakkında net bir açıklama yapamam, ama böyle bir yolu seçmemin sebebi -belki de- bu ülkede olan bitenle, insanlara çektirilen sıkıntılarla hesaplaşmayı önemsemem ve sizin “kargaşa” dediğiniz insanı delirme noktasına sürükleyen karanlık karnavalın hâlâ sürüyor olmasıdır… “Belki de” diyerek benim bile tam açıklayamadığım bu “ısrar” eleştirilecek olursa, bazı yazarları hatırlayıp kendimi sessizce savunabilirim. Örneğin, önce Beckett’ın delilik konusundaki ısrarını hatırlar; Murphy’i, Watt’ı, Malone’u, Molloy’u bir kez daha düşünüp rahatlar; sonra da Carson McCullers’ı (başta Yalnız Bir Avcıdır Yürek ve Altın Gözde Yansımaları) olmak üzere aklıma getirip bu yazarın aynı temalar, aynı kişiler etrafında yoğunlaşmış olduğunu tekrarlayıp, galiba doğru yapıyorum, diye mırıldanırım. Biraz olsun sesimi yükseltmem gerekirse, Dublinliler’deki bazı öykülerin anlatıcısı -da- olan Stephen Dedalus’un önce Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nde, sonra da Ulysses’te kahraman olarak geliştiğini söyler, hatta bu roman kişisinin Joyce’un alt benliği olduğunu bile iddia ederim. Günümüze gelecek olursak, Joyce Carol Oates’un öykülerindeki hemen hemen bütün kadın kahramanların aynı sorunlardan mustarip olduğunu hatırlayıp bunu savunma kalemi olarak bir köşeye mutlaka not ederim.
Roman Türkiye’nin çalkantılı bir dönemini anlatıyor. Gezi Olayları üzerine son dönemde yayımlanan kitapları düşündüğümüzde, bunun edebiyata yansıması erken olmadı mı sizce?
Siyaset bilimciler, sosyal bilimciler, hatta bu konular hakkında güncelin dışında bir şey söylemesi beklenmemesi gereken gazete yazarları bile çok erkenden -sosyal siyasal- derin yorumlar yaptılar, yapmayı da sürdürüyorlar. Durum böyleyken edebiyatın geride durması beklenemezdi. Nitekim çok sayıda ve çoğu piyasa koşullarına uygun üretim ortaya çıktı. Ben bu tür kitapların, Gezi Olayları’nın edebiyata yansıması olarak değerlendirmesinden yana değilim. Dokuzuncu Haşmet’e gelince, benim bu kitabın bir Gezi romanı olduğunu, amacının yalnızca o günleri anlatmak olduğunu kabul etmem pek olası değil. Çünkü Dokuzuncu Haşmet, İstiklâl Mahkemeleri’yle başlayan mağduriyetlerini 27 Mayıs sonrasında İnkılâp Mahkemeleri girişimiyle yeniden yaşayan, 12 Mart ve 12 Eylül’de başka türlü mağdur olan Alçıtepe Ailesi’nin tükenişini anlatıyor. Haşmet Alçıtepe ise bu ailenin son ferdi. Kısacası Dokuzuncu Haşmet’in yüzüncü yılına yaklaşmakta olan Türkiye’nin “sıkıntı tarihi” olarak değerlendirilmesi -bence- daha doğru olacaktır. “Bence” dedim, zira ben kabul etmesem de ve Gezi Olayları’na sadece dokunup geçmiş olsa da bu romanımı güncelle ilişkilendirenler çıkabilir. Öyle düşünenlere katılmasam da saygı duyarım.
Dokuzuncu Haşmet için “İbrahim Yıldırım’ın siyasi düşüncesinin biraz daha ön plana çıktığı bir roman” diyebilir miyiz?
Herkes gibi ben de siyasi bir düşünceye sahibim ve tabii ki, benimsediğim bu dünya ve hayat görüşü, zaman içinde bazı biçimsel değişikliklere uğradı, bakış açımda kimi sapmalar yaşandı. Hatta zamanı geldi, düşüncelerimi şeklen yer yer törpüleyip kendimi yeniledim. Ancak gençliğimde edindiğim siyasi duruşun muhtevası hiç değişmedi, çünkü özgürlükçü, demokrat, eşitlikçi o muhtevanın insanları mutlu edeceğine inancım hiç azalmadı. Ancak bu görüşümü roman kişilerime yüklemekten, onlar üzerinden ideolojik bir şeyler söylemekten; çekilen sıkıntılar, acılar, pişmanlıklar dışında daima geri durdum. Dahası her zaman serinkanlı ve tarafsız olmaya çalıştım. Çünkü ideolojilerin edebiyata zarar verdiğine inanırım. Dokuzuncu Haşmet’te de bu eğilimimden ödün verdiğimi pek sanmıyorum. Şöyle ki, İstiklâl Mahkemeleri’nce yargılanan büyükbabanın 27 Mayıs’tan sonra kurulmaya çalışılan İnkılâp Mahkemeleri’nden korkmasına nasıl yaklaştıysam, 1951 Tevkifatı’ndan itibaren sık sık içeri alınan, bir anlamda 141-142 mağduru babaya da öyle yaklaştım.
Romanın kahramanı Haşmet şöyle diyor: “O haziran günü Taksim’e bu tür duygular eşliğinde, yanıma aldığım eşya ve elli yıl sonra sırtıma geçirdiğim forma ile anlamı olan biri olduğumu kendime kanıtlamak için gitmiştim.” Gezi günleri sizin için ne ifade ediyor?
Önce roman bağlamında yanıt vereyim: Gezi günleri, Taksim Meydanı’nda 1969 Kanlı Pazarı’nı, 1977 1 Mayısı’nı yaşamış, eski bir direnişçi olan Haşmet Alçıtepe için hem nostaljik bir eylem girişimi hem de -bir anlamda- geçmişle hesaplaşma… Gerçi Taksim’de başına gelenler “son vuruş” olması düşünülen bu girişimi can acıtıcı başka boyutlara çekiyor, ama onun için gezi olayları yalnızca bunlar… Bana gelince, Gezi Olayları’nın çok önemli bir kırılma olduğunu, dolayısıyla çok daha serinkanlı ve boyutlu değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum ve aklıma nedense Althusser’in 68 Olayları hakkında yazı yazmasını isteyen editöre verdiği, asgari nesnel bilgiler olmadan, önemli bir tarihî olay üzerine yazmaya, söz söylemeye kalkışmanın doğru olmayacağı cevabı geliyor. Ancak asgari nesnel bilgilere sahip olmasak da o günlerden başlayarak hayat kendi değerlendirmesini yapıyor: Hepimiz biliyoruz ki, bir şeyler bitti, bir şeyler ise başladı…
Romanda futbol ve edebiyatın sıcak, bir o kadar da huzursuz edici ilişkisi de yer alıyor. Türkiye’de pek az örneğini gördüğümüz bir şekilde edebiyat ve futbol buluşuyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Futbol ve edebiyat deyince aklıma önce Orhan Kemal’in futbol sevgisi ve bu tutkunun kimi romanlarına öykülerine yansıması geliyor… Ardından Aziz Nesin’in Gol Kralı’nı hatırlıyorum. Bu arada Attilâ İlhan’ın Sırtlan Payı’ndaki futbol maçlarına da meraklı olan Basket Sevim’i unutmamalı. Altyapı çalışması niyetiyle okuduğum Semih Gümüş’ün Futbol ve Biz’inden, Tanıl Bora’nın Çizgi Açığı’ndan da söz etmeliyim… İyice geçmişe yöneldiğimde ise Evliya Çelebi’nin “Çevgan” adı verilen, keçi derisinden yapılan topu karşı takımın kalesine sokmak, yani gol atmak üzerine kurgulanmış, bir tür savaşa hazırlık antrenmanı olan oyundan söz etmesi ilgimi çekmiş, fakat Reşat Ekrem Koçu’nun yeniçerilerinin kellesini aldıkları bir vezirin başıyla futbol maçına benzer bir şeyler yaptıklarını anlatması çok daha ilginç gelmişti… Bu arada tabii ki siyaset ve futbol ilişkisini de kurcaladım ve bu ilişkinin hemen her dönemde hiç de masum olmadığı, hatta huzursuz edici olduğu hakkındaki var olan görüşüm iyice pekişti. Belki de romana bu huzursuzluk yansıdı. Takım renklerinin bile giderek siyasi anlamlar taşımaya başladığı günümüzde, bir anlamda siyasi roman olan Dokuzuncu Haşmet’e futbol tabii ki pek huzurlu yansımayacaktı. Fakat futbol her şeye rağmen benim için -oynamayı beceremediğim ama seyretmeyi, ilgilenmeyi sevdiğim- eğlenceli, oyalayıcı, rahatlatıcı bir oyun. Şu sıralar yakından takip ettiğim takım ise birinci ligde top koşturan Osmanlıspor!
Okurlarınız Haşmet ile yazar İbrahim Yıldırım arasındaki bağı, “Romanlarıyla ilgimi çeken bir muharrir, yazdıklarının temel sorusunun, bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz, olduğunu defalarca ifade edegelmiştir…” cümlesini okuyunca fark edecektir. Nasıl bir yakınlık kurmak istediniz Haşmet ile?
Bildiğiniz gibi, romanın başında yer alan küçük notlardan birinde metinde çok sayıda şair, yazar, düşünür ve sanatçıya -çoğunlukla adları anılmadan- atıfta bulunulduğu belirtilmiş ve adları tespit edilebilenlerin listesi verilmişti. Musa İğrek’e dikkatinden dolayı teşekkür ediyor, adı tespit edilemeyen İbrahim Yıldırım’ı -tabii dilerse- Haşmet Alçıtepe’nin listesine eklemesini rica ediyorum… Roman kahramanı ile yazarının yakınlığına gelince, bu meseleyi, “Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz?” sorusunun yanı sıra, Haşmet Alçıtepe’nin kendisiyle söyleşi yapan gazeteciye kendini ne kadar anlattığı, kendini ne kadar tanıttığı bağlamında ele almak gerekir.
Fransızcasını, değer verdiği yazarları tercüme edebilecek düzeye ulaştıramadığından yakınan Haşmet, “pestenkerani romanları takma adlarla Türkçeye uydurarak kendime ihanet ettim” diye pişmanlığını anlatıyor. Sizin edebiyat yolculuğunuzda pişmanlıklarınız oldu mu?
Tabii ki oldu, olmaya da devam edebilir. Romanlarımı ve öykülerimi dışarıda tutacak olursak, bazı yazılarımdan dolayı, başkalarına değil ama kendime haksızlık etmiş olduğumu düşünüyorum. Şiddetli olmasa da düşmanca davranışlarla karşılaştım. Olgunlaşmış olmalıyım ki, artık pişman olacağım yazılar kaleme almamaya çalışıyorum. Ama edebiyat bu, yaşımı başımı almış olmama karşın gelecekte de bazı pişmanlıklar yaşayabilirim. Fakat asıl sıkıntıyı romanlarım kitaplaşıp raflara dizildiğinde yaşıyorum. Daha iyi olabilir miydi sorusunun kışkırttığı, pişmanlığa benzeyen bir huzursuzluk bu. Ötesi de var. O da kitap ilgi görecek mi, edebiyat çevreleri nasıl karşılayacak sorularının her defasında bir süre zihnimi kurcalamasıdır. Çok geçmeden her şeyi zamana bırakıp rahatlamaya çalışıyorum, ama pek mümkün olmuyor. Sanırım bu, hemen hemen bütün yazarların sorunu: Sonraki hayat, yani kitapların hayatı.
Son dönemdeki siyasi ortamı göz önüne aldığımızda, devletli saldırılara karşı dayanma gücümüzü yitirdik mi sizce, tıpkı Haşmet gibi kendimizi gizli bir bölmede daha mı emin hisseder hale geldik?
Hiç kuşkum yok, günümüzde yüz binlerce insan, aklını/düşüncesini gizli bölmeye kapatmış olarak yaşıyor. Kısaca söyleyecek olursam, gizli bölme bence, susmayı, geriye çekilmeyi, hatta ana rahmine -aklen- sığınmayı imleyen bir metafor olarak değerlendirilmeli ve sağlıklı doğumların gecikmemesi umulmalı…
Romanın kahramanı, şiirlerine “şekersiz aşure” diyen yazarı bir edebiyat dergisinde müstear isimle topa tutuyor. Bir yazar eleştirilere cevap vermeli mi?
Yapılan eleştiride art niyet yoksa, değerlendirmeler özel bir saldırı içermiyor ve yok sayma eğilimi taşımıyorsa, bırakın yanıt vermeyi, teşekkür etmek gerekir. Fakat eleştiri sınırları ihlal ediliyor ve eleştiriyi kaleme alan kişi bambaşka amaçlara hizmet ediyorsa tabii ki savunmaya, hatta karşı saldırıya geçilebilir… Müphem davranıp “geçilebilir” dedim, çünkü ben romanlarım bağlamında bu tür eleştirilerle pek karşılaşmadım. Şimdi düşünüyorum da, biraz kırılıp üzüldüğüm tek bir kritik oldu. Onu da eleştirmenin iyi niyetli olduğunu varsaydığımdan sineye çekmeyi yeğledim…
Haşmet bir yazarın “didaktik olma” tehlikesinden söz ediyor. Bunu biraz açar mısınız? Bir yazar için bunu önlemenin yolu nedir?
Öğretici olma, bilgilendirme, ders verme eğilimi taşımak gibi çabaların, başta şiir olmak üzere, bütün türlere yük olacağı, estetiği zaafa uğratacağı söylenegelmiştir. Dolayısıyla “didaktik olma pahasına”, “didaktik olmadan” gibi söz kalıpları türemiştir. Oysa şiir de öykü de roman da bir şeyler söylediği için olumlu olumsuz bazı şeyler düşündürebilir, hatta öğretebilir. Eğer yazar ya da şair, bu işlevi okurun da onaylayacağı, estetiğe zarar vermeyen bir yöntemle gerçekleştirirse tehlike bertaraf edilmiş olur. Bunun tersi olursa hiç kuşku yok ki eleştirmenler kılıçlarını çekecek, yukarıdaki söz kalıplarının karşıtı bir şeyi söyleyecek, yazarı “didaktik olma tuzağına düşmüş” diye kritik edeceklerdir. Dolayısıyla yazar yöntemini iyi belirlemeli, “tuzak” denilen bu şeye düşmemeli. Ben “Vatan Dersleri” üst başlıklı iki romanımda, onlara verdiğim bu toparlayıcı isimden başlayarak tehlikeyi gidermeye çalıştım. Şöyle ki: Kahramanlardan biri öğretmendi, ülkenin bazı sorunlarını tartışan bir başka kişi ise bir akademisyenle yazışıyordu… Başarıp başarmadığımı bilmiyorum, ama yöntemim uygundu.
Yazı serüveninize öykü ile başladınız, romanla devam ettiniz ve son kitabınızda da Haşmet’in şiirleri beliriyor. Bu edebi türler arasında nasıl bir hiyerarşi/ilişki var?
Evet yıllardır şiir-öykü-roman biçiminde sıralanan dikey bir hiyerarşi tartışılıp duruyor. Böyle olmasında ısrar edenlerin türler arasında geçişkenliği, alışverişi göz önüne alarak hiç olmazsa, daha hoşgörülü olan yatay hiyerarşiye geçilmesini kabul etmeleri gerekir. Üstelik, epeydir tekrar edip duruyorum, artık yerleşik, alışılmış türler dışında -adlandıramasak da- bazı eğilimlerin, bazı çalışmaların olabileceğine ikna olmamız gerekir. Örneğin Giacomo Joyce ülkemizde yıllar önce “şiir-roman” diye adlandırılıp yayımlanmıştır, ama iki üç bin kelimelik bu metin, öykü olarak da okunabilir. Bana gelince, çok eskilerde şiirle uğraşmış, bir ikisini dergilerde yayımlamıştım. Şair değilim ama şiir hâlâ en önemli düşünce ve okuma kalemlerimden biri. Romandaki şiirler ise Haşmet Alçıtepe’nin şairliğinin yansıması yalnızca; dolayısıyla öyle ele alınmalı, onun şiirleri olarak okunmalı… Öykü ise, yazmadığımdan, yazamadığımdan olacak, nicedir içimde ukde...
Musa İğrekKitap Zamanı
2 Şubat 2014
Yorumlar
Yorum Gönder