"Kalp bilgisi olmadan, metin yarı ölüdür"

Sema Kaygusuz

Yazar Sema Kaygusuz, Yere Düşen Dualar adlı ilk romanından sonra, Hızır’ın peşine düştüğü ‘Yüzünde Bir Yer’ romanıyla çıkageldi.
Ardına koyulduğu ‘sır’ onu kendi hikâyesine çıkardı. İlk meselesi Hızır olsa da bu yolculukta babaannesinin yaşadığı ama asla konuşulmayan 1938 Dersim Katliamı ile karşılaştı. Bu ardından hiç konuşulmayana ‘utanç’ adını verdi. Romanda onu betimledi. Söyleşimizin sonunda okurların işini kolaylaştıracak/zorlaştıracak bir görme sözlüğü de ortaya çıktı.

Yüzünde Bir Yer, gerçek bir hikâyeden, sizin hikâyenizden yola çıkıyor. ‘Utancını biliyorum.' diye başlıyor. Anlatıcının kahramana teslim etmeye çalıştığı ve babaanne Bese'nin bıraktığı bu utancın öncesinde ne var?

Bese'nin bıraktığı utancın öncesinde, 1938 Dersim Katliamı var. Romanın ilk kahramanı Bese 1938 Dersim Katliamı'nı görmüş, ailesini kaybetmiş, göç sırasında başından tuhaf bir olay geçmiş, daha sonra Samsun'un bir köyüne yerleştirilmiş bir sürgün. Ama ne olup bittiği sonraki kuşaklara hiç anlatılmamış. Bilinçli bir susma hali. Biz bu suskunun yeni kuşağa bıraktığı etkiyi okuyoruz. Belki bilirsiniz, kimi evlerde konuşulmayan tabulaşmış konular vardır. Suçlar, sırlar, ölüm, ayrılık, intihar olayları gibi, bunlar çocukların yanında konuşulmaz. Bu konuşulmayan mevzu, öyle ortalarında basbayağı bir küre gibi duruyordur aslında. Suskunluğun ta kendisidir bu. Dolayısıyla suskunluk cismani bir şey. Ben işte o taşlaşmış sessizlikten esinlendim. Tanıdığım bir şeydi bu. Ortada bir sürgün var, zorunlu iskân var, katliamlar, tanıklıklar var. Bu ya ima ediliyor ya da konular değişiyor. Sonra anladım ki utanç durduruyor insanı. Benim peşine düştüğüm, insanın insanlığından utanmasıydı. ‘Ben niçin hayatta kaldım?' sorusunun utancı. Roman üzerine çalışırken Dersim Katliamı'ndan sağ kurtulmuş bazı kişilerle görüştüm. Asla isimlerini duyurmamı istemiyorlardı. “Kayıt ediyor musun?”,“Söyletme beni kızım” diyorlardı. Çok ciddi bir devlet korkusu ve yaşadıkları yüzünden travmatik bir korku vardı üzerlerinde hâlâ.

Romana 1938 Dersim Katliamı'nın dile getirilişi diyebilir miyiz?

Böyle diyemeyiz. 1938 Dersim Katliamı'nı anlatmayı seçmedim. Ona yer verdim. Yaşanan olayları bir nedensellik olarak ele aldım. Bunu seçmemin nedeni kendi yazınsal anlayışım. Çok acı bir tarihî vaka var ve bu, bir romanda pekâlâ yazılabilir. Ama benim amacım bu değildi. Ne olup bittiğiyle değil de, her şey olup bittikten sonraki insanın bilinç dışında ne olduğuyla ilgiliyim, samimi bir şekilde bunu anlatmak istedim. Tanık olduğum ve bildiğim bir duygu durumunu yazdım.

Dersim Katliamı'nı politik olarak ele almamanızın nedeni sadece roman sanatı ile ilgili o zaman?

Tarihte ne olup bittiğini orijinal kaynaklarından kolaylıkla öğrenebilir okur. Ama tarih kitapları suskunluktan söz edemez. Politik dilin ise başka sorunları var. Daha indirgemeci bir dil kuruluyor ister istemez. Hem roman bir bilgi alanı değildir, daha çok bir vicdan alanıdır. Gerçekten çok gerçeklikle ilgilenir. Benim odaklandığım konu ‘bir katliamdan sonra kalmak' nasıl bir şeydir, onun peşine düştüm. ‘İnsan olma mahcubiyeti'ni anlamaya çalıştım. Bir insan bir insana bunu nasıl yapar? Romandaki utanç bunlara denk geliyor. Kendime sorduğum sorular bunlardı.

Yapmaya çalıştığınız tam olarak neydi peki?

‘Sır'la ilgilenmek istedim. Babaannem otlarla, börtü böcekle ilişkisini, nasıl yemek yapılacağını ve imanını, Hızır'la ilişkisini hemen hemen her şeyle ilgili bilgisini aktardı bana. Onu yılda 10-15 gün görüyordum. Bu kadar çok tesir etmesinin sebebi onu çok az görmemdi sanırım. Ama katliam konusunda hep sustu. Ben de onun niçin sustuğunu merak ettim. Roman sanatından anladığım da budur; ‘onun niçin sustuğu' bir roman konusudur.

Sonraki kuşaklara devredilen ve sizin ‘utanç' olarak adlandırdığınız şeyi nasıl ele aldınız?

O utancı buldum ve betimlemeye çalıştım. Yukarıdan bakan bir yazar sesi de koymak istemedim metne. Saptadım, hepsi bu. Nasıl giderilir, tamir edilir diye de düşünmedim. Kahramanıma bir ayna tuttum. Aslında ilk meselem Hızır'dı. Hızır üzerine pek çok okuma yapıyordum, sonra Hızır'la niye ilgileniyorum diye kendimi bir iç sorgulamadan geçirdim. Çocukluğumda dinlediğim masalların nasıl güçlü bir figürü olduğunu, bu figürün içime ne kadar yer ettiğini keşfettim. Hızır beni kendi hikâyeme çıkardı ve ondan sonra romanı yazmaya başladım.

Bir sarkaç misali bir uçtan bir uca salınan bu anlatıcı ‘iç sesi' nasıl tanımlarsınız?

İç sesimiz dalgalıdır, çağrışımlarla, hatıralarla ilerler, geriye çağlar öncesine dönebilir. Tüm iç sesler zordur. İnsanın kendisiyle karşılaşmasından daha büyük bir çarpışma olamaz. Bu romanda kendimi kendimle hırpaladım, diyebilirim. Yazmak epey zorladı ama bütün haklarım helal olsun.

Romanın kahramanından çalıntı bir sesle konuşan bu iç sesi ikinci tekil şahıs aracılığıyla anlatmakta zorlandınız mı? Bu ses sanki sahibinin ne aynısı ne gayrısı…

Teknik olarak çok zordu. Onun hem içini biliyor, hem ona sesleniyor. O tondaki samimiyeti tutturmak çok zor. Hem her şeye muktedir olan hem ona sen diye seslenen biri. Ses özden çıkıyor ama dışarlıklı bir tonda konuşuyor. Uhrevi bir ses olmaması gerekiyordu. Kahramanla eşiti gibi konuşuyordu. Zaman zaman azarlayan, zaman zaman da şefkat gösteren bir anlatıcıydı. Dediğiniz gibi, o iç ses sahibinin ne aynısı ne gayrısı.

Yere Düşen Dualar romanınız için, "İnsanlara, ruhuna baktırmaya yeltenen ve insanın ruhuna dokunmak isteyen biri olarak, kalbi en yukarı koyup göğsümden düşünerek yazdım bu romanı," demiştiniz. Yüzünde Bir Yer'i nasıl yazdınız?

Bunu da aynı şekilde yazdım. Kalp ve akıl bilgisi bu topraklarda çok belirgin. Yazı yazarken her ikisinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kurgu, matematik akıldır hep. Ama kalp bilgisi bazen dişil olandır (diğeri daha maskülen bilgi), o olmadan metin yarı ölüdür, şiirsizdir. Bu romanda sarmal düşünmek istedim. Bilinçdışı, olay örgüsü, birbirine sarmalanan temalar, romanı öyle kurguladım.

Hızır da kalbe yakın bir yerde duruyor zaten…

Evet, o akılla kavranılacak bir şey değil. Maneviyatla, kültürle, kutsiyetle, gelenekle kavranacak bir şey. Onun bir teselli gücü var. Gayb âlemi ile yeryüzü arasında, berzah makamında bir yerde. Okuduğum antropolojik metinlerde epey şaşırdım aslında. Dünyanın yarısında farklı farklı isimlerde hep Hızır varmış meğer. Çok güçlü bir figür.

İnsan neden bir Hızır ister?

Teselli edici, uysallaştırıcı bir yanı var galiba. Benim aklım agnostiktir. Bu yüzden kendi kahramanlarım üzerinden gidelim: Örneğin Bese, bu sürgün kadınının muazzam bir inancı var. Allah, Dersim inancında Ra Haq diye geçiyor. Bese hep ondan güç alıyor. Acıyla baş edebilmek için ona yaslanıyor. Ben açıkçası onun maneviyatına saygı duymak istedim. Romanda tek korunmuş karakter Bese zaten.

Peki, romanın kahramanı fotoğrafçı kızın istediği ne?

Bu maneviyatı fanteziye dönüştürmek galiba. Onun incirle, Hızır'la, fotoğrafla olan ilişkisinde bence bir yanlışlık var. Şiirsellikten uzak. Oysa Bese'nin hayatında has bir şiirsellik var. Torun buna çok öykünüyor ama onun gibi olamıyor, hissedemiyor. Başkasının maneviyatını taklit etmeye kalkarsan bu seni sofu yapar, sanatçı olarak da sofu yapar. Fotoğrafçı kız kendinden bir hayata tutunmuyor, ruhsal bütünlüğüne uygun bir şey seçmiyor.

Kahramanın peşinde olduğu şey, dünyevileşen günümüz insanının bir maneviyat arayışı mı? Daha da ötesinde tutunduklarının kendinde emanet durması mı?

Tutundukların senden olmalı. Çok yüzeyselliğe, aynileşmeye, homojenliğe itiliyor olsak da kendi iç dünyamızda hâlâ kendi metaforumuzu yaratıyoruz, kendi imgelem dünyamızı kuruyoruz. Kişisel korkularımız, inançlarımız, rastlantıyla olan ilişkilerimiz başka başka. Kimisi bu rastlantıya büyük bir nedenin parçası olarak, kimisi de şaşırtmacalı bir tesadüf olarak bakar. Bu bile düşünsel bir yordamdır. Bir başkasının maneviyatını sen kendine devşiremezsin, bir sanatçının üslubunu da alamazsın. Bunu yaptığında onu taklit etmiş olursun. Ondan bir şey öğrenip kendinden doğurman lazım.

İlk romanınızda ‘üzüm' vardı. Şimdi de ‘incir'. İncire bu övgü neden, anlatıcının deyişiyle, incire böylesine öykünmek bir saptırma mı?

Romanda fotoğrafçı kadın incire bir ad veriyor. Sen ona kendinden bir ad vererek, kendine benzeterek onu insanlığa esir ediyorsun aslında. Onu kendi haline bırakabilse keşke. Doğanın karşısında daha alçakgönüllü olabilse... Romanda kahramanın incire öykünmesi bence bir saptırma.

Anlatıcı “Hep bir Hızır istiyorsun her şeyi açıklayacak”, “Hadi uyan artık. Uyan… Hızır olmaya dayanamazsın” diyor. Hızır ne söylüyor günümüz insanına?

Bilemeyiz, bir sırdır o. O sırrı kendi halinde bırakalım. Bese'nin, “Hızır'a gittim” demesi bir sırdır. Bunu deşifre etmekle, yeryüzünün sırlarının altını deşmeyelim. Onların altına anlam döşemekle onları bozuyoruzdur belki. Bu romanın özü de bu: “Sen kendi ruhsal gerçekliğini kendi özgün imgeleminden kur, Bese'ninkini rahat bırak. Biliyorum ona bağlısın, ondan sana kalan bir utanç, bir suskunluk var ve onun anlattığı şeyler seni Hızır'a çekiyor. Ama sen başka birisin artık. Başka bir hayat deneyimin var, başka bir zamandasın. Belki de sen ondan miras kalan insan olma mahcubiyetiyle iyileşeceksin.” Şimdi size metni açıklarken bir üst tona çıkıyorum ister istemez. Yazarken üstten olmaması için elimden geleni yaptım. Aslında bakmayın, bunları konuşurken kitabı da bozuyoruz. Okurla yazar arasındaki mahrem ilişkiye biraz müdahale ediyoruz şimdi. Artık bu söyleşiler bir gereklilik biliyorum, bunu kabul ediyorum ama hâlâ benimsemiyorum.

Kadim hikâyelerin nasıl bir etkisi var okur üzerinde? Sema Kaygusuz ne yapmak istiyor bunları anlatırken?

Yeni bir şey yok. Hulki Aktunç'un çok güzel bir sözü var: “Ben henüz yan yana gelmemiş sözcükler olduğu için yazıyorum.” Yeni bir hikâye yok, yeni üsluplar, yordamlar, söyleyiş biçimleri var sadece.

Romanda ‘incirin lisanı' olarak geçen şey bu mu?

Evet bu. Yeni bir dil arayışı, dil kurma ama kalıp halinde insan hikâyeleri aynı. Habil ile Kabil hikâyesine bakın, bir de günümüze. 30 yıldır iç savaş var burada.

Romanlarınızdaki okurun da kolayca hissettiği ‘kusursuzluk' arayışı sizi yormuyor mu?

Yoruluyorum ama bu yorgunluktan muazzam bir haz alıyorum. Seve seve çalışıyorum. Bütün bir gün bir yere kapanıp bir cümle çıkarmak beni mutlu ediyor. O haz beni tatmin ediyor.

Sanki bu yüzden romanlarınızı okumak çok fazla özen ve emek istiyor…

Galiba doğrusu da bu. Özen ve emek yaşadığımız her alana müdahale etse keşke. Üstlendiğimiz her işi, işin kendisi için yapmaya çalışsak... Adanmak, bir eylem biçimidir benim için. Romanı kendisi için yazarım. Ona adanırım. Okumak da öyle bir şey. Roman, okunmak üzere yazılır, tüketilmeye değil. Defalarca okuduğum kitaplar vardır mesela. Bunu herkese de öneririm. İyi bir metin okuduğumda yazarın zanaatkârlığı ruhuma dokunuyor. Ben de aynı ilişkiyi okurla kurmak istiyorum. Herkesin beni sevmesini beklemiyorum. Çok kitlesel bir hedefim yok. Kitabı yazarken bir doygunluğa ulaşıyorum zaten. Elbette, okuru olmayan yazar olmaz. Yazarı ışığa tutan okurdur. Ama yiyip bitiren okuyucudan söz etmiyorum burada, özümseyen okurlardan söz ediyorum. Adanmış bir yazar ötekine yazıyorsa da öteki için yazmıyordur. Dolayısıyla, okuyorsak yazıyla düşünmenin sorumluluğunu üstleneceğiz hepimiz. Ben hazla ilgileniyorum, eğlenceyle değil. Üstten bir ton tutturup hayatla ilgili reçeteler vermek gibi bir niyetim de yok.

Kitap Zamanı'na yazdığınız “Benim Kitaplarım” yazısında “Hiç okumamış olmasına rağmen, bir dolu hikâye anlatan, kendisi de benim en büyük hikâyem olan babaannem, bilginin değil bilgeliğin kıymetini, farkında olmadan aklıma sokmuş olmalı. Ya da ben bir babaanne yaratıyorum kendimden, kim bilir.” demiştiniz. Babaanneniz bu romanda da var. Nedir sizi sürekli onun kucağına atan?

Tüm romanı yazmama sebep olan şey aslında. Çocuklarına çok düşkün, tütün fabrikasında işçilik yapan bu sürgün kadının ayakta kalma azmine her zaman hayranlık duydum. Onun bilgeliği, söz söylerkenki ustalığı, maneviyatı beni hep büyülemiştir. Romanda Hızır ile ilgilenirken babaannem karşıma çıktı. Bu anlamda roman benim kendi kişisel incir çağım. Her şeyin kendi iç zamanı var, onu kendi zamanına bırakmak lazım. Hızır benim toprağımda vardı ve çıktı. Tohum olarak içime ekilmişti bu. Babaannemden ne öğrendiğimi yeni öğrendim. Ama artık babaannemi geride bırakmak istiyorum.

Bu roman bir anlamda babaannenize bir vefa borcu mu?

Vefa diyemeyiz pek. Aramızda öyle alacak verecek ilişkisi yoktu. Doğal bir ilişkiydi bizimkisi. Hukuksuz, koşulsuz, yaban bir ilişki. O artık bir matruşka gibi içimde, karnımda. Tam anlamıyla içime aldım. Birleştim onunla. Geride bıraktım derken bunu söylemek istiyorum. Şimdi başka bir yolculuk başladı.

Esir Sözler Kuyusu kitabında şöyle bir duanız var “Ey benim güzel Allah'ım! Yetkinlikten, okuruna güvenmeyen kör parmağım gözüne metinler yazmaktan beni koru. Bırak bir gözüm hep kapalı kalsın. Bundan sonra yazarken hiçbir şeyi aktarmak, kurmak, hesaplamak istemiyorum. Dileğim duyumsamak, yalnızca duyumsamak... “ Kabul oldu mu bu?

Bu kendi maneviyatımla, evrenle ve yazı ile kurduğum bir ilişki. O ahit geçerli, hâlâ aynı fikirdeyim. Esir Sözler Kuyusu benim ilk hikâyelerim ama ben onları sakladım, yirmi sekiz yaşında yayımladım. Yetkinlik tehlikelidir. Bir süre sonra ayağına dolanabilir. Kendini, kendi dünyanı ezberlersin. Kendini kullanmaya başlayabilirsin mesela. Bundan korunmak için hiçbir zaman kitap yazıyorum diye düşünmedim. Her keresinde bir hikâye, bir roman yazıyorum dedim kendime. Hiç daha önce roman, öykü yazmamış gibi bir merak, ilgi, deneme duygusu ile yazarsam ilk kez yazı yazan o Sema'ya sahip çıkmış olurum, diye düşündüm. Onun geride kalmasını istemiyorum…

Bu ne katıyor size?

Yenilik katıyor, cesaret veriyor. Ezberlememi, hayata uyumamı engelliyor.

Günümüzde bazı hikâyecilerde hikâyeden romana geçmek şeklinde bir eğilim var. Sizin için de aynı şey geçerli mi?

Öyküden romana geçmedim. Bir geçiş olmadı, hâlâ öykü yazıyorum. Sadece yayımlamadım. Sinema senaryosu yazdım, yine birtakım piyesler tasarlıyorum. Yazı ile olan ilişkimi tek bir türe indirgemedim. Bence öyküden romana geçilmez de. Öykü romanın kısası değildir, bir alt türü değildir. Öykü çok zorlu bir sanattır. Öykücü olarak kendimi aşmak istiyorum, o yüzden bekliyorum. Öykü üzerine düşünüyorum. Bazı temaların yeri roman bazılarının yeri öyküdür. Bu temalar bizi türlere sürüklüyor. Yere Düşen Dualar'ın başına ben roman yazacağım diye oturdum, öyküden romana geçeceğim diye değil.

Bu yolculuk size neler verdi, neler aldı sizden?

Benden bir şeyler almaktan öte çok şey kattı. İfşa edilemez olanın betimini ortaya çıkardı. Kişisel olarak, özgürleştirici bir metin haline geldi. Bir sıçrama sağladı. Beni bütün otosansürlerden arındırıp daha açık bir yazar haline getirdi. Mesela, meraklarım değişti. Önceden dışarıya bakınırdım, şimdi önüne bakarak düşünen biriyim.

Yere Düşen Dualar'ın serüveni epey bereketli olmuştu, kitap çeşitli dillere çevrilmişti. Bu kitabın da öyle olacağını düşünüyor musunuz?

Öyle olmasını hayal ediyorum, ümit ediyorum.

***

Yüzünde Bir Yer için ‘görme sözlüğü'

Zaman: Küre

Ölüm: Beyazlık

Hızır: Ağlayan tanrı

Zülkarneyn: Çift boynuz

İncir: Gizil akıl

Kuyu: Sonsuzluk

Aşk: Bütünleşme

Ölümsüzlük: Yanılsama

Kadın: Kadın olmanın başlangıcı

Evren: Sır

Su: Arınma

Taş: Canlılık

Üzüm: Efsane

Rüya: Gerçekliğin ta kendisi

Munzur: Acı su

Zeytin: Uygarlık

Fotoğraf: Görme yordamı

Yüz: Coğrafya

Ses: Tılsım

Göz: Ahlak

Uyku: Derinlik

Harf: İşaret

Kul: Teslimiyet

Süleyman: Ölümlülüğün en görkemlisi

Ateş: Dilek

Sır: Sezgi 

Yorumlar