‘Ayfer Tunç, edebiyatta 25. yılını Dünya
Ağrısı adlı yeni romanıyla kutluyor. Kitabın taşrada geçen hikâyesi, insanın
içinde taşıdığı sebepsiz kederle kuşatılmasını ve geçmişte yaşananları
unutmanın yükünü önümüze koyuyor. Ayfer Tunç ile romanını ve yazı serüvenini
konuştuk.
Kitabın
adından başlayalım dilerseniz. Romanın kahramanı Mürşit’in içindeki yumruyu
tanımlayan duygu weltschmerz ya da sizin dünya ağrısı olarak kullandığınız, tam
olarak neye karşılık geliyor? Bu duyguya “melâl” desem cevabınız ne olur?
“Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” dizesi geliyor insanın
aklına hemen. Bizim dilimizde weltschmerz’e yakın, onu hissettirecek çok kelime
var, tamlamalar da üretebiliriz. Mesela ben weltschmerz’i kitap içerisinde
sebepsiz keder diye kodladım. Biliyorsunuz bu, Alman romantiklerinden Jean Paul
Richter’in bulduğu bir kavram ama sonrasında anlam algısı o kadar genişlemiş
ki, çok etkilemiş insanları. Günümüzde hâlâ yaşıyor. Felsefeciler de,
psikologlar da kullanıyor. Kullanışlı bir kavram. Melâl buna yakın bence,
sebepsiz keder yakın, hatta duruma bağlı olarak zaman zaman melankoli bile
yakın.
Dünya Ağrısı’nda bu kavramı hangi niyetle kullandınız?
Yaşadığımız dünya
ile çözülmeyen problemlerimizin içimizde yarattığı ağrı olarak kodladım.
Tabii ki, başkarakterimizin geçmişi açısından baktığımızda bunun somut bir
sebebi var, ama somut sebebi olmayan insanlar açısından baktığımızda da bir
şeyleri aşamıyor, mutlu ve huzurlu bir nefes alamıyor olmaları hissi... Bunun
ille toplumsal, sosyal veya ailevi bir şeylerden kaynaklanıyor olması gerekmez.
Varoluşçu bir tarafı var. Tabii biraz da kitapta Emil Cioran’ın etkisini
düşünecek olursak, var olmanın sancısı, var olduğumuz için zaten bir ağrı ile
yaşıyoruz şeklinde bakabiliriz. Benim genel temalarım içerisinde düşündüğümüzde
ise özü şu: Biz doğduğumuz anda bir travma yaşıyoruz. Var olduğumuz en mutlu
yerden koparıldık, yeryüzünde anne rahminden daha güvenli bir yer yok.
Dolayısıyla bu travma bitmez ve bizim de dünya ile hesabımız bitmez. Aslında
ait olmadığımız bir yerdeyiz.
Roman bir ‘içe bakış’. Kitabın kahramanı Mürşit’ten ödünçle, “iç
ağrıtan” bir roman. Böyle bir romanı üçüncü şahsın ağzından anlatmanın
zorlukları ve imkânları nelerdi?
Anlatıcının kim
olacağı beni çok meşgul etti. Belki de kitabın en uzun zamanını buna ayırdım,
karar verdim, vazgeçtim yeniden ele aldım. Biraz mesafeli bir anlatı
gerekiyordu bu romanda. Üçüncü şahsın ağzından anlattığınız zaman arada bir
katman oluyor ve duygulara bir sınır çekebiliyorsunuz. Karakterin ağzından
anlattığınız zaman ise birincisi, daha fazla açıklama gereği hissediyorsunuz;
ikincisi, ben bir soğukkanlı anlatıcı bakışıyla Mürşit’in bulunduğu atmosferi
tarif ettim, onun süzgecinden geçirerek. Halbuki onun zihninden anlatsam belki
de benim işaret ettiğim şeyleri onun görmemesi gerekir. Çünkü bu, sadece
Mürşit’in dünyasını anlatan bir kitap değil, bir taşranın kitabı ve aslında
kaderlerine terk edilmiş insanların hikâyesi. Kendilerine bir ümit bulup onun
peşinden koşmaya ve altın umuduyla ayakta durmaya çalışan bir taşranın
hikâyesi. Dolayısıyla, Mürşit’in bunu tamamıyla kavramasının imkânı yok.
Dışarıdan bir göz gerektiğini hissettim. Bir de Mürşit bir sanatçı, bir yazar
değil. Felsefe eğitimini terk etmiş talihsiz bir adam. Eğer onun ağzından
anlatsaydım daha konuşkan ve daha duygulu bir metin olma tehlikesi vardı.
Atmosferi ortaya koymak için biraz sade olmasını istedim.
Dünya Ağrısı’nı bir başkaldırış olarak da okumak mümkün.
Romanınızı, Mario Vargas Llosa’nın deyişiyle “hem yaşamı ve gerçek dünyayı
olduğu gibi görmeyi dolaylı yoldan eleştirip reddetme, hem de bunların yerine
kendi hayalinin ve tutkusunun ürünlerini koyma arzusu” diye değerlendirebilir
miyiz?
Kesinlikle
değerlendirebiliriz. Fakat bir eksik var. Bizim ana karakterimiz Mürşit, “kendi
hayalini ve tutkusunu” ortaya koyamıyor. Onun seçtiği şey, bir tür sessiz
direniş. Onu da uzun bir sürecin sonunda fark ediyor. Bütün bu yaptıklarının
bir tür direniş olduğunu göremiyor, ama eylemsizlik zayıfların direnişidir. Ben
böyle kodladım, zaten Mürşit zayıf bir adam olduğunu söylüyor. Ama öyle
kuvvetli bir babanın altında başka türlü bir oğul olamaz. Burada bir zincir var.
Kuvvetli baba, zayıf oğul ve kuvvetli torun. Romanın böyle bir tarafı var,
devredilen bir baba-oğul ilişkisi.
Mürşit zayıf bir adam olmasına karşın, karısı Şükran’a
“Anlamazsın, çünkü kadınsın, dünyadan şikâyet etmek bir lüks ve bu lüks
kadınlara tanınmamış.” diyen bir adam. Buna ne diyeceksiniz?
Bu kitapta hikâye
öyle gerektirdiği için fazla yapmadığım ama yaptığım kadarıyla görülürse hoşuma
gidecek olan şey bu. Bana soruyorlar, niye hep erkeklerin ağzından anlatıyorsun
diye. Kadınlar o kadar gölgede ve içeride yaşıyorlar ki, onların hayatlarının
dışarıda bir izdüşümü neredeyse yok. Fakat bunun acıklı bir tarafı var. Erkeği
de var eden kadın. Her şey zıddıyla birlikte var oluyor. Yani kadınları o kadar
içeriye kapatırsan ve onların dünyasını bu kadar kısıtlarsan, dışarıda dünya
ağrısından muzdarip olacaksın, çaren yok. Mürşit’in karısına söylediği, pek çok
erkeğin de zihninde saklı olan bu gizli bilgi, aslında erkeklerin kadınlara
karşı bu kadar öfkeli olmalarının nedeni ve kadına yönelik şiddetin altında
yatan şeylerden biri de bu. Erkek zıddıyla yani kadınla var olabilir, huzurlu
bir dünya ancak böyle mümkün.
Romanda
Mürşit’in sürekli gördüğü bir rüyaya gelmek istiyorum. Adorno “Rüyalar kendi
aralarında ne kadar bağlantılı olursa veya kendilerini ne kadar tekrar ederse,
bizim onları gerçeklikten ayırt edememe tehlikemiz de o kadar büyük olur” der.
Mürşit’in sürekli rüyasına giren, ölüp ölmediğini bilmediğimiz Cumhur’u biraz
açar mısınız?
Dünya Ağrısı’nın
öyle çok dolaşık bir olay örgüsü yok. Gayet net bir tablo var. Bir gün bir linç
girişimi karşısında Mürşit’in zihninde indirdiği şalter kalkıyor, varlığı
Mürşit’i bunu kaldırmaya ve hatırlamaya zorluyor. Aslında Mürşit günahıyla
yüzleşmesi gerektiğini biliyor ve kendi benliğinin yarattığı bir rüya bu.
Benliği ona bir şeytan yaratıyor ve bu günahla yaşayamayacağını hissettiriyor.
“Unuttun mu?” diye sorması bundan. Bu günahla yüzleşmenin zamanı geldi diyor ve
bunu diyen o dinozor kılığındaki Cumhur. Romanın temel sembolü Cumhur adlı
karakter. Ama bir yandan cumhur dediğimiz şey halk. Cumhur iyi bir şey mi,
bilmiyoruz. Bir yandan çok tehlikeli bir şey de olabilir. Sağı solu belli
olmayan, insanın bütün insani birikimlerini yerle bir eden bir şeytana
dönüşebilir. Nitekim dönüşüyor Mürşit’in hikâyesinde. Ama bu tehlike hep var.
Romandaki peynirci hikâyesinde de var. Bu aslında devlet ve cumhur arasındaki
ilişkinin tam bir konsensüsle oluşmadığını gösteriyor. Çünkü devlet dediğimiz
şey, birtakım aygıtlardan oluşuyor ve bu aygıtlardan bir tanesi de adalet ve
adalet duygusu cumhura, yani halka, yani topluma yerleşmemişse, cumhur mevcut
adalete inanmamışsa her zaman kendi adaletini kendi arayacaktır. Dolayısıyla bu
olumsuz anlamda bir konsensüs olabilir; devlet, iktidar kendi otoritesini bu
tür kontrolsüz cumhurlardan da alabilir ve bu her zaman çok büyük bir
tehlikedir.
Peki, kitaptaki cumhur?
Romanda gördüğümüz
cumhuru anlamak için Türkiye tarihine de bakmak lazım, sadece cumhuriyet
tarihini kastetmiyorum, Osmanlı tarihine, özellikle son dönemine, tarihimize
bütün bir şekilde baktığımızda yapıcı değil yıkıcı bir tarih görüyoruz.
Yaptığı, yıktığından daha az. İnsanlaştırma ve bireyleştirme üzerine değil,
güruhlaştırma bir anlamda, cumhurlaştırma üzerine bir tarih. Bizim cumhuriyet
tarihimiz cumhurlaştırma tarihidir aslında. Fertleştirme tarihi değil.
Uluslaştırma çabasıyla kurulmuş, safları sıkılaştıralım, dokuları aynı olanlar
sıkışsın, farklı olanlar ya kaçsın kurtulsun ya da yok olsun, erisin. Bu cumhur
ve iktidar arasında bir anlaşma. Dolayısıyla benim istediğim de şunu sormak:
Solcusu da sağcısı da halka yaranmaya çalışır, peki halk saf haliyle,
medeniyetsiz haliyle hakikaten yaranmaya değer bir şey mi? Ya da halk oluşan
bir şey mi? Tekâmül ettiğinde neye dönüşür? Bunlar hakkında düşündürmek
istediğim bir romandı bu. Onun için de bir cumhur sembolü kullandım. O, çok
değer atfettiğimiz halk ya da cumhur aslında rüyamıza giren dili pütürlü, ağzı
salyalı bir şeytan da olabilir. Ona dikkat etmek gerekir. Özellikle linç
kültürü meselesinin pek çok açıdan incelenmesi gerekir. Bu beni çok uzun
zamandır rahatsız eden bir mesele. Ben Adapazarlıyım ve son 10 yıl içerisinde
Adapazarı’nda üç linç girişimi yaşandı, bu bana o kadar utanç veriyor ki.
Doğduğum şehrin bu kadar lince teşne bir yer olması çok rahatsız edici.
Dünya Ağrısı’nda yer verdiğiniz Maraş olayları, katliamı dile
getirmekten öte, her şey olup bittikten sonraki insanın bilinç dışında ne olduğuyla,
vicdanla ilgili diyebilir miyiz?
Kesinlikle
diyebiliriz. Bütün toplumların tarihinde bir şeyler olup biter, ama önemli olan
sonrasıdır, vicdani sorumluluk, yüzleşme nedir, nasıl ne kadar yapılır, sorun
bu. Bunun dünya tarihindeki en iyi örneği Almanların Nazi zulmü ve sonrasındaki
vicdan ve bilinç durumu. Dünyanın geri kalanının böyle bir sınav verip
vermediğinden emin değilim. Yakın tarihe baktığımızda öyle küçük sınavlar
verilir gibi oluyor ama bunlar insanlığın verdiği sınavlar değil. Benim için
sorun Maraş olayları, Sivas olayları, Çorum olayları, Dersim olayları, her ne
olursa, bu tür katliamların en azından zihinlerde devam ediyor olması. Bitmiş
değil bu katliamlar ve bitecek gibi de değil benim gözümde. Yüzleşme ve vicdan
ağrısı dikkate alınmadığı sürece bitmeyecek, bu zincir devam ediyor, olay olup
bittikten sonra bunun vicdan yükü üzerine düşünülmüyor. Bu kitapta cumhur
dediğim şey işte bu. Cumhur hemen unutmak ister. Şehir günahını hafızasına
gömer ve yoluna devam eder.
Peki, bir yazar yaşadığı dönemin
sosyopolitik sorunlarıyla ne ölçüde ilgilenmeli?
Bence bunu bir
kural olarak koyamayız. Öyle yazarlar var ki, sosyopolitik olayların o’suyla
bile ilgili yazmamıştır, çok içsel olaylarla ilgilenmiştir, ama sıradan bir
insandan hareketle yazdığı aslında bütün dünya politikasını, insanlığın
tarihini kavramaktadır. Önemli olan yazarın ortaya koyduğu metnin iç ağrımızla,
dünyanın, insanlığın, cumhurun acısıyla ne kadar ilişkili olduğu. Bir tür kâhin
bile olabilir yazar. Kendi fildişi kulesinde farkında olmadan bir dünya
ağrısına, insanlık dramına, acısına dokunuyor olabilir. Öte yandan bireye ait
sandığımız sancılar acaba sadece bireye mi ait? Ben hiçbir acının tek başına
tek bir yerden kaynaklandığını düşünmüyorum. Buna en sıradan aşk hikâyeleri
bile dâhil, çünkü toplum bireyin basit aşk ilişkisini bile ilişkisini etkiler,
belirler demiyorum. Hayatımız aslında bir kazan, herkes içine bir şey atıyor,
toplum, ailemiz de atıyor, biz de atıyoruz ve o kazandan yemekteyiz ve
yediğimiz lokmanın kimden geldiğini bilmiyoruz. Kendimiz de koymuş olabiliriz
ama sonuçta ortada bir acı var. Buna dokunduğu anda nereye dokunuyor yazar,
bence bu önemli.
Romanın kahramanlarından Madenci, duygusal bir taşlaşma çağına
geçtikleri kanısında. İnsanın giderek daha az kelimeyle konuştuğunu, incelikli
duyguları daha az hissettiğini, bu ikisinin arasında kesinlikle bir ilişki
olduğunu düşünüyor. Bunu biraz açar mısınız?
Biraz önce bir
kelime kullandık, “melâl”. Kim kullanıyor şimdi bu kelimeyi? Hiç kimse. Melâl
çok ince bir duyguya işaret ediyor. Bu ince duygular bizi insanlaştıran şeyler,
giderek kalınlaşıyoruz. Melâli hissetmeyen neslin çağında yaşıyoruz. Melâli
hissetmeyen neslin organlarından bazıları taşlaşmıştır. Biz hayat karşısında
aynılaştıkça, tekleştikçe, taşlaştıkça, buzlaştıkça başkasının acısını
hissedemez hale geliyoruz. Çok yorgunuz bir yandan da, melâl kelimesini
kullanmamızı gerektirecek durumları göremez hale geliyoruz, çünkü taşlaşmışız.
Dolayısıyla dilin zayıflaması ile insanın duygusal taşlaşması arasında ciddi
bir ilişki var ve insanların bugün birbirlerini anlamamasının, anlayamamasının,
iletişim problemleri yaşamasının altında da bu var. Daha az kelimeyle
konuşuyorlar. Bir süre sonra birbirini hiç anlamayan insanlar dünyasında
yaşayacağız. Bunun sebebi kuşak farklılığı değil, tamamen taşlaşma olacak.
İnsan inceldikçe yeni duygular keşfeder ve onlara yeni isimler koyar. Bu olumlu
bir süreçtir. Bazı duygular kurudukça o duyguları ifade eden kelimeler de
çekiliyor hayattan.
Roman okuru huzursuz ediyor. Anlatıcının
“Normal insanlar huzurla, herhangi bir vicdan sızısı duymadan uyurlarken,
Madenci ve ben ve bizim gibiler dünyanın derdi denen soyut, tarifsiz bir yükü
çekmeye yazgılıyız.” diyor. Bunlar Pessoa’nın benzersiz eseri Huzursuzluğun
Kitabı’nın girişinde arkadaşı Carneiro'ya yazdığı mektubu ve şu soruyu getirdi
"hissetmek ne renktir acaba?"
Bu kitabı
yazarken yaşadığım, huzursuzluktan çok sızı oldu. Mesela ben melankoliyi
severim, lezzetli bir tarafı vardır. Melankolinin rengini bana sorarsanız,
griye kaçan turkuaz diyebilirim, çünkü lodoslu havalarda İstanbul boğazının
rengi budur ve çok melankolik bir şehirdir burası öyle zamanlarda. Ama buradaki
başka bir şey, daha içerden bir varoluş acısı, ağrısı. Kitapta böyle bir
araziyi, gri kahverengi kıraçlığını, seçmemin nedeni bu. Sembollerin, havanın,
mevsimin bu kitapta bir karşılığı var. Buradaki renk tozlu kahverengi, tozlu
gri diyebilirim.
Peki, toplum olarak tıpkı Mürşit’in
dediği gibi “geçmişte yaşananları hiç unutmasak” yavaş yavaş tedavi edebilir
miyiz kendimizi?
Buna inanıyorum.
Biliyorsunuz, savunma mekanizmalarından biri unutmak. Benlik unutuyor, fakat
şunu da biliyoruz ki, aslında durumu atlatıyor, o süreci idare ediyor.
Sonrasında unutulan o şey, insana travma olarak geri dönüyor. Beynin savunma
mekanizmaları dediğinizde pek çok şey var. Aslında toplum da bir benlik ve onun
da kendine göre bir savunma mekanizması var. İlginç olan şu, biz bütün bu
savunma mekanizmalarını kullanan bir toplumuz, inkâr, yansıtma, unutma… Hepsi
var bizde. “Ben yapmadım sen yaptın”, “sen de bizim kadar yaptın” diyoruz, ya
da bunları yapamadığımız yer de unutuyoruz. Dediğim gibi bunlar, travma öncesi
durumlar. Dolayısıyla benlik kendini bu mekanizmalarla sonsuza kadar
koruyamıyor, bunların bir şekilde ortaya çıkması ve benliğin kendini
temizlemesi lazım. Toplum da öyle, unutmasak, konuşsak, çözümlesek kendimizi
tedavi edebiliriz.
Mürşit’in “Ama nasıl unutabildi herkes?” sorusu Edward Said’in
“Kişi hakikati nasıl söyler? Hangi hakikati? Kimin için ve nerede? Maalesef
entelektüelin bu sorulara dolaysız cevaplar vermesini sağlayacak denli geniş ve
kesin hiçbir sistem ya da yöntemin olmadığını daha en baştan söylememiz
gerekiyor.” sözlerini hatırlatıyor. Özellikle günümüzde, entelektüel vicdanın
aramızdan çekildiğini söyleyebilir miyiz?
Bunu daha önce de
söylemiştim, bir merhamet yorgunluğundan muzdaribiz. Bunu entelektüel vicdan
olarak da okuyabiliriz. Bence tanımlar birbirine girmiş durumda, kavram
kargaşası yaşadığımız bir çağdayız. Önce şunu düşünelim, nasıl unutarak
yaşayabiliyor herkes? Şu örnek geldi hemen aklıma: Kurşuna dizme cezalarında
diyelim ki beş asker ateş ediyorsa, tüfeklerden bir tanesi boştur ve herkes boş
olan tüfeği ateşlediğini sanarak kendini avutur. Yani bu türden, toplumun evinde
bile oturduğu suçlarda, herkes kendini aklamanın bir yolunu buluyor ve
unutmayı, vicdanla yüzleşmeyi engelliyor. Varoluşçular onun için, dünyanın öbür
ucunda bir insan ölse sen sorumlusun diyorlar. Evine çekilip suçu kendinden
atmayı, toplumdan, dünyadan kopmuş bir ilişki biçiminde algılamayı önlemek için
söylüyorlar bunları. Dolayısıyla ben de buna inanıyorum. Hepimiz bir şekilde
sıyrılmanın yolunu buluyoruz toplumsal olaylarda. Şimdi geldiğimiz yerde, bu
toplumsal vicdanın yükü çok ağırlaştı. Ayrıca merhamet yorgunluğunu daha çok
Avrupa için kullandılar, oradaki sistemin işleyişi şuydu: Atalarının zarar
verdikleri, yerlerine torunları bir tür pansumana, günah çıkarmaya gittiler.
Ama bir süre sonra bunların bir çözüm olmadığı, dünyanın çok ağır yaralı olduğu
ortaya çıktı ve bu kadar yaralıya yetişemeyip vicdan yüklerinin altında
ezilmeye başladılar.
Bu günümüzde de hâlâ da devam ediyor…
Evet, Suriye’de
oldu ama dünyanın vicdanı kıpırdamıyor, çünkü öncesinde Bosna’da, Irak’ta,
Afganistan’da, Mısır’da, Çeçenistan’da oldu. Bunların hepsi son 20 yılda olan
şeyler. Dolayısıyla medeni dünyanın kimseye taşıyacak merhameti kalmadı. Bizim
gibi ülkelere geldiğimizde ise, aydın yetiştirme tarzımız veya entelektüel
oluşma tarzımızda zaten bir eksiklik ve yetersizlik var. Bence bizde bir
entelektüel oluşumu problemi var, çünkü biz kompleksli entelektüelleriz.
Periferik çocuklar olmaktan doğan, kendi orijinal sorunlarımızdan, kendi vicdan
sorunlarımızdan hareketle bakmak yerine, kulağımıza tersten uzanarak Avrupa
üzerinden bakıyoruz. Türkiye’deki meselelere bakarken ya fazla çığlık ya fazla
ağlama ya da anlamama ve suçlama yoluyla bakıyoruz. Bu ülkenin entelektüel
dünyasının hâlâ toplumsal sorunlara bakışında insanı tatmin edecek bir
doygunluk olduğunu düşünmüyorum. Buna ben de dâhilim. Dünya genelinde, günümüz
entelektüelinden taraf olma, safını belirleme beklentisi var. Anlama ve
çözümleme bekleyen yok.
Cioran’dan ödünç aldığınız “insan bir
uçurumdur” cümlesi roman boyunca okura eşlik ediyor, nasıl bir akrabalık
kurdunuz?
Cioran’a dünya
ağrısını hissetmesinde, kendime bir yakınlık buluyorum. Bence edebiyatçıları da
etkilemiş bir felsefeci. Birkaç nedeni var, birincisi bir edebiyatçı gibi
yazıyor. Sadece aforizmalarından bahsetmiyorum, hatta çok iyi incelediğimizde
çelişik aforizmalarını da buluyoruz ama önemli olan zihnimizde çaktığı
kıvılcım. “İnsan bir uçurumdur” da bende bir kıvılcım çaktı. Şöyle ki, hem
içimizde bir uçurum var ve oraya ne koyarsak koyalım boşluğa düşüyor, bu bizim
aslında varlığımızdaki boşluk. Bunu hepimiz bir şeylerle doldurmaya çalışıyoruz
ama aslında dolmayacak. Bir yanıyla içimizdeki boşluk. Öteki yanıyla da
kendimizi uçurumun yanında hissetmemiz. Bir de hayattan vazgeçmiş olanların
uçurumlara olan ilgisini düşünün. Mesela romandaki karakterlerden biri kendini
uçuruma atıyor. Aynı zamanda uçurum bizi bir medeniyet dışılığına
götürüyor. Çünkü uçurum, şehirlerin
olduğu yerde olmaz, sembolik olarak, medeniyetin bizi mecbur bıraktığı
ilişkiler dışında olduğumuz bir yerdir ve aslında felsefi olarak seçimimizi
orada yaparız. Var olma ile ilgili sınavımızı orada gerçekleştiririz. Sembolik
olarak uçurum başındayken veririz sınavlarımızı.
Dünya Ağrısı bir taşra romanı. Kitapta anlatıcı
“Buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar. Soyut
olasılıklar hakkında konuşmazlar. Olmuşu konuşurlar ancak, değiştirmenin
imkânsız olduğu, yaşanmış şeyleri, onları da tahrif ederek, çalkantılı bir
dedikodu, şehrin üstünden esip geçmiş bir rüzgâr olarak.” diyor. Nurdan
Gürbilek’ten ödünç alırsak romanlarınızdaki bu “taşra sıkıntısı”nda sizi çeken
ne var?
Dünya ağrısı. Aslında taşra sıkıntısı dediğimiz şey orada
çekilen ağrı. Ben Adapazarı’nda büyüdüm ama yönümüz hep İstanbul’a çevriliydi,
yakın taşra olma hali. Ya da Ankara’nın yaşadığı da bir taşra sıkıntısıdır,
başkent olmasına rağmen. Gittiğim her yere ben burada olsam nasıl yaşarım diye
sorarım. Bu aslında neden yazıyorum sorusunun da cevabıdır. Kendimi oralı
birinin yerine koyup hayatı kurgulamaya, bir atmosfer hissetmeye çalışıyorum.
Çocukluğumda ben burada yaşayabilirim dediğim çok yer vardı, ne yazık ki artık
yok. Üzücü bir şey bu. Belki bir süre yaşarım diye çabalıyorum ama olmuyor.
Şunun da farkına vardım, bu duygusal taşlaşma ya da buzlaşmanın etkisi. Taşrada
bence öfkeli bir eksiklik duygusu var artık. Hakkını alamamışlık, o eksikliği
tamamlamak için doğan bir öfke. Bazen çok etkileniyorum, hüzünlü geliyor, ama
çoğunlukla öfkeli buluyorum. Bazı taşra şehirlerindeki yarım, kırık kültürel
hayat bana çok dokunaklı geliyor. Bilirsiniz, dergiler ikide bir taşra sayısı
yapar, bu aslında bir eksikliğin, bir hakkı verilmemişliğin çığlığıdır.
Geçtiğimiz günlerde taşralı yazarlar bir
sempozyum düzenlemişti, Hasan Ali Toptaş da “Edebiyatın merkezi, taşrası
yoktur.” demişti…
Bence de öyle
bir şey yok. Taşralı şair veya yazarların sıkıntısı, ulaşamamak ve iletişim
kuramamaktan kaynaklanıyor. Onlar eskiden şöyle zannediyorlardı, İstanbul’da
harika bir ortam var, hepsi bütün gün bir arada. Durmadan oturup konuşuyorlar.
Harika şeyler üretiyorlar. Hâlbuki iki
kişi bir araya zor geliyoruz. Tabi 40’larda 50’lerde biraz farklıydı. O zaman
yazarlar bir komünite oluştururlardı, işbirliği içindeydiler. Çünkü tehdit
altındaydılar. Yalnız görüldüler mi hapse atıyorlardı yazarları. Bu işin şakası
tabii ama gene de bir arada olmaktan doğan bir güçleri vardı, entelektüel bir
alışveriş içerisindeydiler, kalmadı bu. Bir süreç tablosu çizersek 40’larda,
50’lerde birbirini besliyorlar, zaten kaç kitap basılıyor, kaç dergi var ki.
Bir kültürel alışveriş halindeler. Sonraki sürece baktığımızda, 60’larda sağlam
edebi oluşumlar doğuruyor bu birliktelikler. Dostluklar da kuvvetli. Ama
günümüze geldiğimizde ise sosyal anlamda ciddi bir yalnızlaşma yaşanıyor.
Kimsenin kimseye ne tahammülü, ne de vakti var. Öyle ki, internet bütün dünyayı
taşra, bütün dünyayı merkez haline dönüştürdü. Sınırlar kalmadı.
Romanda bir katledilen kızın fotoğrafta acı
masumiyeti taşıyan görüntüsü sürekli yanımızda. Fotoğraf çektiğinizi de,
biliyoruz, genel olarak nasıl bir ilişkiniz var fotoğrafla?
Fotoğrafın
gerçekliği, beni çok etkileyen bir şey. Kurgu bile olsa fotoğrafçının
gerçeklikten aldığı pay bana çok büyüleyici geliyor. Mesela arkadaşım Murat
Gülsoy resimden çok beslenir, onun resimden aldığı hazzı bana fotoğraf veriyor,
çok etkilendiğim bir sanat dalı.
Yazarlıkta 25. yılınızı, dönüp baktığınızda günahıyla sevabıyla
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yılların üstünde
çok da düşündüğüm söylenemez. Çok çelişkili duygular içindeyim. Bazen diyorum,
çok az çalışmışım daha çok çalışabilirdim, bazen de diyorum ki çok çalışmışım
keşke biraz da tembellik etseydim. Onun ötesinde çok büyük bir hesaplaşmışlığım
yok. Geçenlerde bir arkadaşla konuşuyorduk, Nathalie Sarraute son romanını
yazdığında 90’larının sonundaymış, son romanından iki yıl sonra ölmüş. 25 yılın
ne önemi var ki?
Keşke
yazmasaydım dediğiniz kitabınız oldu mu?
Seven okurlarıma
haksızlık olur ama mesela Kapak Kızı’nın ilk hali beni hiç mutlu etmemiştir.
Sonraki hali de, üzerinde editörlük çalışması yaptığım, beni tam ifade eden bir
eser değil mesela. Onun dışında keşke yazmasaydım dediğim olmadı. Fakat keşke
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ni daha uzun yazsaydım
diyorum. Bin sayfa olabilirdi, ben niye yayıncıların kısıtlayıcı ticari
kaygılarına yenik düştüm ki. İçten içe beni engelleyen bir duyguyla 500
sayfadan fazlası okunmaz diye bitirdim, halbuki bin sayfa olabilirdi. Hatta
hayatımın sonuna kadar onu yazabilirdim.
Bir eseri bitireceğinize neye göre karar
veriyorsunuz?
Metin bize
nerede bitmesi gerektiğini söyler. Ama yine de eski kitaplarıma baktığımda
şunda daha ekonomik olabilirmişim, şunu daha uzun yazabilirmişim dediğim
oluyor. Mesela Aziz Bey Hadisesi bir roman olabilirdi mesela. Aslında ben onu
öykü olarak kurgulayıp novella çıkarıp bırakmışım. Yazdığımız metinler hakkında
sonrasında da hep düşünürüz, bu bitmez.
Novella veya öykü yazma fikriniz var mı
peki?
Novella yazma
fikrim var. Aslında ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım. En kısa öyküm 30
sayfa. Ayrıca ben kesit öykücüsü değilim, öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum.
Amacım bunun hakkını vermek, istediğim etkiyi yaratmak. Öykü açısından beni
üzen bir şeyi söylemek zorundayım, öykü yazmıyorum değil, fakat benden öykü
bekleyen okurlarıma şunu söylemek istiyorum Suzan Defter, Taş-Kağıt-Makas’ın
içindeyken kimse fazla üstünde durmadı, roman adı altında basıldığında 6.
Baskıya erişti. Bunu tek başına basmak benim kararımdı, Can yayınları saygı
gösterdi. Suzan Defter bir novella idi ve yalnız basılmayı hak ediyordu. Onu
tek başına bir kitap olarak düşünmüştüm ama YKY’ye yayınlandığında
Taş-Kağıt-Makas’ın içinde yer aldı. Okura bu yüzden şunu söylüyorum, eğer
öyküyü seviyorsan ispat et.
Londra, Newyork arasında mekik
dokuduğunuzu biliyoruz. Burada yaşayan yazarların teknik arayışını fark
etmişsinizdir. Bu deneyim eserlerinizde okuru şaşırtacak yeni bir tekniği
beraberinde getirir mi?
Mekik dokuyorum
denemez, fırsat buldukça gidiyorum, uzunca kalmaya gayret ediyorum. Hepsi bu.
Başka ülkeler insana zihinsel bir genişlik veriyor çünkü. Okuru şaşırtma
hakkımı da Suzan Defter ve Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa
Tarihi romanımda yeterince kullandım sanırım. Deliler Evi’nde mesela, okur kim
bu romanın ana karakteri sorusunu cevaplayana kadar roman bitiyor. Bu yüzden
yeni bir şaşırtma gözükmüyor. Metne
başlarken öyle bir derdim de yok, tek derdim beni meşgul eden meseleyi en iyi
şekilde ortaya koyacak biçim. Batı’daki teknik arayışlara da çok anlam
veremiyorum, zaman zaman aşırı buluyorum, benim için önemli olan bir derdi bir
meselesi olan kitap.
Musa İğrek
Kitap Zamanı
3/2/2014
Yorumlar
Yorum Gönder