Marguerite Duras |
“Acı terk etti beni”
“Yazıyla canlandırılamayacak kadar güçlü, şimşek gibi çakıp yok olan” anıları olduğunu söyleyen Duras on sekiz yaşına kadar, o dönemde Fransız sömürgesi olan Vietnam’da yaşadığını ve tüm yazılarının oradan, o çeltik tarlalarından, ormanlardan, o ıssızlıktan doğduğunu söylüyor: “Çıplak ayak dolaşan, zaman kavramı olmayan, görgü kurallarını bilmeyen, nehrin üzerinden alacakaranlığa bakmaya alışkın, yüzü güneşten kavrulduğundan hiçbir zaman tam olarak beyaz olamayan, Fransız’dan çok Vietnamlı o cılız şaşkın çocuktan.” Dört yaşındayken babası ölünce, annesi ve iki erkek kardeşiyle birlikte kalan yazar, söyleşinin gerçekleştiği dönemde tüm aile bireyleri ölmüş olduğundan daha rahat konuşabiliyor. “Acı terk etti beni” diyor Duras.
Yazar, Komünist Parti saflarında geçen günlerini ise bir nevi pişmanlıkla anıyor: “Hâlâ komünistim ama komünizm içinde bulamıyorum kendimi. Bir partiye katılmak için otistik, nevrozlu, bir anlamda kör ve sağır olmak gerekiyor.” Parti deneyimlerinin edebi üretimini belirlemediğine ve okuyuculara mesaj vermek için yazıldığına inanmayan Duras, gerçek bir yazarın politik sınırlardan sıyrılması gerektiğini düşünüyor. Kitabın özellikle edebiyat ve yazmak üzerine Duras’nın kendisini açıkça ifade ettiği bölümleri hayli değerli. Ona göre edebiyatın görevi: “Yasak olanı temsil etmek. Normal koşullarda söylenmeyeni söylemek. Edebiyat, skandal yaratıcı olmalıdır: Günümüzde tüm zihinsel etkinlikler riskle, macerayla ilgili olmak zorundadır. Bizim aksimize, kendini hayattan korumayan şair bile, bu riski kendi içinde barındırır. Rimbaud’ya bakın, Verlaine’e... Fakat Verlaine sonra gelir. En büyüğü her zaman Baudelaire’dir: Ebediyete ulaşmak için yirmi şiir yetti.”
İnsanlar yazmıyorlarsa ne yaparlar?
Duras nasıl bir okur olduğunu ise şu cümlelerle anlatıyor: “Ben geceleri okurum, sabah üçe, dörde kadar: Karanlık, insanı sarmalayan karanlık kitapla aramızda kurulan mutlak tutkuya çok şey ekliyor. Siz de öyle düşünmez misiniz? Gün ışığı yoğunlukları bir biçimde dağıtıyor.” Yazarın günlüklere olan merakını da yine söyleşiden öğreniyoruz. Senelerce gazetelerde yazılar kaleme alan Duras bu mesleğin işlevini şöyle açıklıyor: “Başka türlü kimsenin fark etmeyeceği olaylar hakkında bir kamuoyu yaratmak. Ben mesleki bir nesnelliğin var olabileceğine inanmıyorum: Net bir ‘duruş alma’yı tercih ediyorum. Bir tür ahlaki duruş. Bir yazarın kendi kitaplarında kolayca vazgeçebileceği bir duruş.” Duras’nın bu tanımı özellikle ülkemizdeki şu gürültülü zamanlar düşünüldüğünde epey anlamlı.
Peki, Duras’yı yazmaya iten sebep neydi? Yazardan dinleyelim: “Aciliyetini hissettiğim ama tam olarak gerçekleştirme gücüne sahip olmadığım bir şeyi beyaz bir sayfa üzerinde var etme ihtiyacı.” Camus ve Sartre gibi çağdaşlarının kendisini sıktığını belirten yazarın şu kışkırtıcı sorusu kaydedilmeye değer: “İnsanlar yazmıyorlarsa ne yaparlar? Yazmayan insanlara karşı gizli bir hayranlığım var ve nasıl yapabildiklerini tam olarak bilmiyorum.” Kitapta Duras’nın tiyatro ve sinema üzerine eleştirileri de dikkat çekici.
Okur kitabın sonunda yazar hakkında çok şey öğrenirken, zihinlerdeki Duras portresi daha farklı bir yere oturuyor. Kitabı bitirdikten sonra Duras’nın şu sözleri epey anlam kazanıyor: “Yazarlar, asla başkalarının onların olmasını istediği yerde olmaz.”
Musa İğrek
Kitap Zamanı
5 Ocak 2014
Yorumlar
Yorum Gönder