Suskunluk da yazarlığa dâhil



İlhan Berk’in deyişiyle “yazmanın cehennemi”nde bir kitabın ne zaman görünür olacağını kestirmek zor. Her yazarın sancısı kendine özgü bir nitelik taşıyor. Gabriel Garcia Márquez, bir söyleşide hangi proje üzerinde çalıştığı sorulduğunda şöyle karşılık vermişti: “Kesinlikle hayatımın en mükemmel romanını yazacağıma inanıyorum ama hangi kitapta, ne zaman mükemmeli bulacağım, emin değilim. Böyle bir hisse kapılınca –ki bir süredir böyle hissediyorum– o anı kaçırmamak için, sessizce pusuda bekliyorum.” Bir başka yerde, Şer Saati’nden sonra beş yıl hiçbir şey yazmadığını söyleyen Márquez devam eder: “Hep yapmak istediğim şeye dair bir fikrim vardı ancak eksik bir şey hissediyordum ve doğru dili –sonradan Yüzyıllık Yalnızlık’ta kullandığım dildir bu– bulana kadar emin olamadım. Büyükannemin masallarını anlatma tarzı bu dilin çıkış noktası oldu. Gerçeküstü ve hayali şeyler anlatırdı ama bunu büyük bir doğallıkla yapardı. Sonunda kullanmam gereken dili bulunca, on sekiz ay boyunca her gün oturup çalıştım.”

Edebiyat tarihi tıpkı Kolombiyalı yazarın yaşadığı türden sessizliklerle dolu. Bir kitap yazıp kenara çekilen, şöhrete ulaşan bir kitap yazdıktan yıllar sonra yeni bir eserle ortaya çıkan, mükemmeli yakalamak için pusuda bekleyen, bir türlü kendini hazır hissetmeyen yazarlar… Bütün bunların nedenlerini kestirmek kolay değil. Her yazarı sessizliğin eşiğine getiren arzu veya zorunluluk kendine özgü iken, bir efsaneye dönüşmenin hazzından da söz edebiliriz. Öte tarafta Virginia Woolf’un dediği gibi, “İnsanların sessiz hayatlarında kim bilir kaç isyan mayalanmaktadır.”

55 yıl sonra yeni kitap

Tek kitaplı yazarlar listesinin önemli isimlerinden Harper Lee geçen ay yeni bir kitap yayımlayacağını duyurdu. Amerikalı yazarın 1960’ta 34 yaşındayken yazdığı Bülbülü Öldürmek (To Kill a Mockingbird) aradan geçen 55 yılda milyonlarca satmış ve onlarca dile çevrilmişti. Bu ünlü kitabından sonra koyu bir inzivaya çekilen yazarın 88 yaşında ikinci romanını yayımlayacağını duyurması edebiyat dünyasını günlerdir meşgul ediyor. Lee açıklamasında şöyle diyor: “Kitabın özgün kopyasının bugüne dek gelebildiğinin farkında değildim. Sevgili arkadaşım Tonja Carter bunu bulunca çok şaşırdım. Epeyce düşündükten sonra güvendiğim birkaç kişiye okuttum, onların kitabın basılmaya değer olduğunu söylemeleri beni çok sevindirdi.” Temmuz ayında yayımlanacağı duyurulan Go Set a Watchman (Git Bir Gözcü Ayarla), Amazon’da şimdiden çok satanlar listesinin tepesine yerleşti. Yıllar önce “İyi bir kitap yazdım ve bu benim için yeterli.” diyen Lee şöyle devam etmişti: “Tanınmak ve para kazanmak için yazanlar ne yaptıklarını bilmiyorlar; onlar yazar değil, sadece yazanlar sınıfında.”

Bülbülü Öldürmek’ten önce yazılmış Go Set a Watchman’ın yayımlanacağı haberi, soruları da beraberinde getirdi. Yazarın avukat kardeşi Alice Lee, 2011’de yaptığı açıklamada Harper Lee’nin “hiçbir şey göremediğini ve duyamadığını, önüne koyulan hiçbir belgeyi, eğer yanında güvendiği bir yakını yoksa imzalayamayacağını” söylemişti. Kayıp romanın yayımlanacağı haberinin ardından aslında tartışılan şuydu: Yazar romanı yayımlamak için neden bu kadar uzun süre bekledi? Lee gerçekten kitabı yayımlamak istedi mi, yoksa başkaları tarafından mı buna zorlandı? Bu kitabın ilk ve tek romanı kadar başarılı olamayacağını düşündüğü için mi bekledi? Go Set a Watchman, eğer Bülbülü Öldürmek kadar iyi değilse bu başarısızlık yüzyılın en iyi romanlarından birine gölge düşürür mü? Bu sorulara cevap bulmak için Lee’nin hikâyesine daha yakından bakalım.

Kasada bulunan roman

Yazarın senelerdir avukatı ve arkadaşı olan Tonja B. Carter, romanı geçtiğimiz yaz emanet kasasında bulduğunu duyurdu. Metni Bülbülü Öldürmek’in bir kopyası olarak düşünen Carter, yazara “Sen Bülbülü Öldürmek romanını bitirmemiş miydin?” diye sorduğunda, “Evet, öyle sanıyorum” cevabını alır. Carter bulduğu metinden yazara bahsettiğinde ise Harper Lee şöyle der: “O romanın kaybolduğunu düşünüyordum.” Öte tarafta, geçtiğimiz yıl 103 yaşında ölen, Lee’nin avukat kardeşi Alice, yazarın yeni bir kitap yayımlamaması konusunda ısrarcıydı. Kayıp kitabın yayımlanmasını geciktiren en büyük sebep ise vaktiyle romanı basılmaya değer bulmayan Lee’nin editörü Tay Hohoff’tu. Harper Lee yıllar önce Bülbülü Öldürmek’i kendisine getirdiğinde kitaptaki öyküleri bir romana dönüştürmesini öneren, böylece Amerikan edebiyatının en büyük romanlarından birinin ortaya çıkmasına öncülük eden yine Hohoff’tan başkası değil. Harper Lee, Bülbülü Öldürmek’ten sonra bir daha roman yayımlamayacağını dile getirmişti ama yazarın yakın çevresi bu taslaktan haberdardı. Romancının en yaşlı yeğeni Hank Conner 1950’lerde bu taslaktan bölümler okuduğunu ve bu romanın ailenin mülkünde olduğunu belirtmişti.

Yazarın yaşadığı Monroeville’in sakinlerinin Harper Lee hakkında dedikoduları da bu gelişmeden sonra ayyuka çıktı. Yazarın zihinsel olarak pekiyi durumda olmadığı, dostlarını bile tanımaz bir halde yaşamını sürdürdüğü söylentileri kulaktan kulağa yayıldı. Fakat bu konuşulanların aksine, akrabaları yazarın 88 yaşında hâlâ kendi kararlarını verebilecek ve sağlıklı düşünecek durumda olduğunu söylüyor. Senelerdir Lee’nin bakımını üstlenen Cynthia McMillan bu kayıp romanın yayımlanacak olmasının yazarı yeniden hayata döndürdüğünü belirtiyor. Harper Lee ile 1980’lerden beri tanışan Monroeville’deki komşusu yazar, akademisyen Claudia Durst Johnson ise böyle saklı bir kitaptan haberi olmadığını fakat yazarın kız kardeşinin asla yeni bir kitap yayımlamaması konusunda ısrarcı olduğunu aktarıyor. Yazarın eski eşi Joy Brown da kitabın varlığından geçtiğimiz ocak ayına kadar haberdar değilmiş.

Yeteneğini öldüren yazar

Edebiyat tarihinde Harper Lee gibi uzun süre susmayı tercih eden birçok yazar var. Arthur Rimbaud, J. D. Salinger, Clement Cadou, Robert Walser, Juan Rulfo, Felipe Alfau, Bobi Bazlen, Ferrer Lerin, Joseph Joubert, Herman Melville, Edmundo de Bettencourt, Jacques Vaché, Nicolas Chamfort, Emilio Adolfo Westphalen, Hugo von Hoffmansthal, Henry Roth gibi isimler çeşitli nedenlerle ‘susan’ ünlü yazarlar. Her birinin farklı bir hikâyesi var. Yazarın sessizliğini anlamlandırmak güç. Bu sessizlik, Hemingway’in, Kilimanjaro’nun Karları’nda anlattığı, kahramanın, yeteneğini kullanmayıp öldürmesini akla getiriyor. Suskunluğu tercih eden yazarların bu gizemli hali bir yandan da çekicidir. Paul Auster, Yanılsamalar Kitabı’nda karısıyla iki küçük oğlunu bir uçak kazasında yitiren David Zimmer’ın hikâyesini anlatırken buna değinir biraz da. Zimmer, The Road to Abyssinia (Habeşistan Yolunda) adlı kendi kitabından söz eder. Kitabın konusu, bir nedenle suskunluğa gömülen yazarlardır: “Habeşistan Yolunda, yazmaktan vazgeçen yazarlar üzerine bir kitaptı, suskunluk üzerine düşüncelerdi. Rimbaud, Dashiell Hammett, Laura Riding, J. D. Salinger ve başkaları şu ya da bu nedenle yazmayı bırakmış olağanüstü yetenekli şairler ve yazarlar üzerineydi.”

Yazar çeşitli nedenlerle suskunluğu tercih ettiğinde okura düşen, bu seçime gönülsüz de olsa boyun eğmek ve tıpkı Salinger örneğinde olduğu gibi, yazarın ölümünden sonra çekmecelerin açılmasını beklemektir. Salinger’ın yazıp kenara koyduğu yayımlanmamış beş eserinin yakın zamanda kitaplaşacağı haberi de edebiyat dünyasını günlerce meşgul etmişti. Yazar büyük şöhret kazandığı Çavdar Tarlasındaki Çocuklar romanının ardından, 1950’lerden beri kimselerle konuşmamış ve 1974’te suskunluğunu, New York Times’a verdiği kısa söyleşiyle bozduğunda şöyle bir cümle kurmuştu: “Kitap yayımlamamak çok huzurlu. Garip bir adam olduğumu biliyorum. Ben kendimi ve eserimi korumak istiyorum.”

Suskunluğun türleri

Yazdığı tek romandan sonra başka eser vermeyen Tillie Olsen, kenara çekilmenin nasıl bir dürtü olduğunu anlattığı Silence adlı kitabında (ki bunu bir derleme olarak tanımlamış ve kendisini yine kenarda tutmayı bilmiştir) yazarların sessizliğini bazı nedenlere bağlar: Otosansür, din, editörün beğenmemesi, yayınevinin kitabı reddetmesi, ailevi sorunlar, hastalık ve entelektüel üretimin ölümü. Bunlara sınıf, cinsiyet ve ırk gibi nedenleri de ekliyor Olsen. Sessizliği seçip kendi içindeki yazma arzusunun ölümünü izleyen bir yazar olarak bu konuya kafa yorduğunu aktarıyor.

Tillie Olsen’in sözünü ettiği öteki tür suskunluğun sebebi ise yazarın unutulmayacak, başka bir deyişle hayatının kitabı denilebilecek eseri için pusuya yatması… Kimi yazarlar çok ses getiren bir kitaptan sonra yayımlayacağı eserin aynı ilgiyi görmeyeceği korkusuyla suskunluğu tercih ediyor. Olsen şöyle kışkırtıcı bir soruyu önümüze bırakıyor: “Bu yazarların boğazına sanatta ve hayatta mükemmellik fikrinin bıçağı mı dayanmış?” Cevabını vermek zor, fakat Borges’in şu cümlelerini anımsarsak bu yazar tipi biraz daha anlam kazanacaktır: “Şairin bazen yetenekli, bazen neredeyse utanç verici biçimde yeteneksiz olması gibi yaygın bir durum vardır. Çok daha sıra dışı ve hayranlık uyandırıcı olansa şairin sınırsız bir ustalığa ulaştıktan sonra yapıtlarını küçümsemesi ve suskunluğu yeğlemesidir.”

Eleştirmen Brian Klems ise yazarın suskunluğunu üç nedene bağlıyor: Görünme korkusu, aşağılanma endişesi ve yazma uğraşının neden olduğu yalnızlık korkusu. Graham Greene çoğu yazarın kurbanı olduğu writer’s block’tan (yazarın yazamamalı hali veya tıkanması) söz ederken biraz bu suskunluğa işaret eder. İlham eksikliği, yazacak konuların tükenmiş olduğu düşüncesi de bu sessizliğin nedenlerinden. F. Scott Fitzgerald ve Henry Roth gibi yazarlar, bu tıkanmadan muzdarip olarak edebiyat dünyasında nam salmıştı. 
Örnekleri artırmak mümkün. Paul Valéry de 20’li yaşlarının başında şiirler yayımladı ve ardından 20 yıllık bir suskunluğu tercih etti. Daha sonra arkadaşlarının zorlamasıyla yeniden şiire döndü ve altı yıl içinde ona şöhret getirecek üç kalın kitap yazdı, fakat sonrasında yeniden suskunluğu seçti. Ralph Ellison’ın ilk romanı Görünmez Adam 1952’de yayımlandığında çoksatan kitaplardan biri olmuştu. Yazar, dili ve üslubu ile çok şey vaat ediyordu. Ellison’ın başarısının ardından ikinci kitabını herkes merakla bekliyordu. Ama o, tüm dillerle, tüm kültürlerle kuşanmış senfonik bir roman yazmak istiyordu. Kitap üzerinde tam 40 yıl çalışarak geriye iki bin sayfalık bir metin bıraksa da yazarın ömrü bunu yayımlamaya yetmedi. Kimi eleştirmenler Ellison’ın kitabı yayımlanmaya hazır görmediği için uzun bir süre beklediğinden söz eder. Roman yazarın ölümünün ardından Juneteenth adıyla kısaltarak yayımlanmıştı.

Moby Dick gibi benzersiz bir romanı edebiyat dünyasına armağan eden Herman Melville de yaşamının son kırk yılında herhangi bir eser vermedi. O dönemde pek ünlü olmadığı için kimseler onun bu resmi olmayan emekliliğini fark etmemişti aslında. E. M. Forster da yaklaşık elli yıl boyunca, ölümüne dek susan yazarlardan. Yazarlığının ilk dönemlerinde epey üretken olan Forster cinsel tercihinden dolayı toplum baskısından çekinerek sessizliği tercih etti. Philip Roth, Alice Munro, Imre Kertész gibi edebiyattan emekli olduklarını duyuran yazarların yanı sıra Márquez gibi sağlık sorunlarından dolayı artık yazmayacağını duyuran isimler de ‘suskunlar’ olarak değerlendirilebilir. Fakat Munro daha sonra yeniden yazıya döndü ve Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. Kertész de emeklilik duyurusundan bir süre sonra fikrini değiştirip imkân bulduğu sürece yazmaya devam edeceğini söylemişti.

Türk edebiyatının suskunları

Türk edebiyatında da suskunluğu seçen yazarlar var. Bir Gece Yolculuğu adlı öykü kitabıyla 1986 Akademi Öykü Başarı Ödülü’ne ve 1988 Sait Faik Hikâye Armağanı’na (Mahir Öztaş’la birlikte) değer görülen Gülderen Bilgili, bu eserinden sonra başka bir kitap yayımlamamıştı. Ahmet Kutsi Tecer de Şiirler (1932) adlı kitabının ardından şiir/kitap yayımlamadı ve 1967’de vefat etti. Aşka Kitakse adlı öykü kitabıyla kendine önemli bir yer edinen Naim Tirali, başka kitap yayımlamadı. Selçuk Baran da “başarısız” bir yazar olduğunu düşündüğünden suskunluğa gömülmüştü. Eleştirmen Hüseyin Cöntürk ve şair Celal Sılay da edebiyatımızın suskunlarından. Suskunluğun cazibeli ve değerli bir yanı var. Iris Murdoch’ın dediği gibi: “Denize yumurtlamak için dönen canlılar gibi, her sanatçı girmek zorunda olduğu bir suskunluğun hayalini kurar.” Bu suskunluk yazarlığa dâhildir.

Yorumlar