Yazardan iyi bahçıvan olur mu?

George Orwell

Doğa yazarlara sonsuz bir ilham alanı sunar. O dili öğrenmek tıpkı yazarlık gibi büyük bir gözlem gücünü gerektirir. Yavaş yavaş çözülen narin bir iplik gibidir bu dil. Kimi yazarlar ormanda yürür gibi o dilin içinde gezinir, kimileri ise bahçeyi arzular. Onlar için kirlenen eller, kesilen parmaklar, kızgın güneş, soğuk hava, biberiye ve lavanta kokusu bu dilin gerekliliğidir. Belki bu yüzden, yazar kimliğine bahçıvanlığı ekleyenlerin azlığıyla karşılaşırız.

Yazarlık tıpkı bahçıvanlık gibi kesip biçmeyi ve düzenlemeyi gerektirir. Ara vermeyi kabul etmeyen iki uğraştır bunlar. İhmal edilince ritim bozulmaya başlar. Ağırlaşır. Çürür. Metin tıpkı bir bahçe gibi canlı ve sürekli değişen bir dokuya sahiptir. Her ikisi de sabır ve plan gerektirir. Edith Wharton, mesela, tasarladığı bahçeyi işaret ederek, bahçıvanlığının romancılığından daha iyi olduğunu söylemişti. Emily Dickinson’ın botanik bilgisi ve bahçıvanlığı, neredeyse şairliğini gölgede bırakacak kadar güçlüydü. Bahçıvanlık Ludwig Wittgenstein için bir kaçıştı. Viyana yakınlarında bir Benediktin manastırında bahçıvan yamağı olarak çalıştı. Bu aykırı filozof, en iyi öğrencilerine akademisyen olmamalarını tavsiye etmişti; ona göre bahçıvan, doktor veya tezgâhtar olmak akademide kalmaktan daha iyiydi.

Virginia Woolf ise bahçede yazmaktan büyük ilham ve zevk alan bir yazardı. İlk yazı odası bahçedeki, daha çok bahçıvanlık aletlerinin saklandığı, bir kulübeydi –Mrs Dalloway ve Deniz Feneri’ni burada yazdı. Marcel Proust, çiçekleri seven bir yazardı, polen seviyesinin yüksek olduğu günlerde onlardan olabildiğince uzak dururdu. Söz konusu George Orwell gibi, otorite, totaliterlik, dil ve siyaset alanında yazdığı metinlerle ünlü bir yazarın, bahçıvanlık tutkusuna gelince ortaya oldukça renkli bir portre çıkar. Amerikalı yazar, denemeci Rebecca Solnit’in Orwell’s Roses (Orwell’in Gülleri) adlı kitabı, yazarın doğa tutkusunun izlerini sürüyor. Solnit, Hayvan Çiftliği ve 1984 romanları ve muhabirlik çalışmalarıyla tanınan yazarın, sadece politik alanda üreten biri olmadığını gösteriyor. Kendi marulunu ve turpunu yetiştiren Orwell’in ölümüne dek içinden çıkmak istemediği bu ‘bahçe düşü’ insan ve doğa ilişkisi üzerine şaşırtıcı bir gözlem sunuyor.



BİR BAHÇIVAN OLARAK ORWELL

Solnit’in merakını kamçılayan, 1936’nın baharında, Orwell’in Wallington’da (İngiltere’nin Hertfordshire bölgesinde küçük bir köy) diktiği gül ağaçları… Birkaç yıl önce bu ağaçların hâlâ yerinde olup olmadığı üzerine kafa yoran Solnit, aradığı cevabı kısa sürede bulur. Güller, yazarın dört yıl boyunca yaşadığı evdedir. Kitap, Orwell’in güllerinin izini sürerken dallanıp budaklanıyor, Solnit’in üretken denemeci kimliğinden ötürü olsa gerek, pek çok konuya değiniyor. İklim krizi, sınıf farklılıkları, ulusal kimlikler, maden işçileri ve gülün kültürel tarihi… Uzunca bir liste. Orwell, sayfalar ilerledikçe, bir bahaneye dönüşüyor. Yeteri kadar Orwell biyografisi olduğu hatırlatan Sonit, baştan uyarıyor: ‘bu bir biyografi kitabı değil’. Bu ikaza rağmen, eline budama makasını alıp metinleri kırpma ihtiyacı hisseden bir okuru gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.

Orwell, bahçede çok zaman geçiren bir yazardı. Çiçeklerden söz etmek için doğayı öven bir metne ihtiyaç duymadı. Savaşın ortasında bile… 1944’te, defalarca bombalanan Londra’da yaşarken, okuyuculara hava saldırısı alanlarında çok fazla yetişen pembe çiçekli otun adını bilip bilmediklerini sormuştu. 1940’ta verdiği bir söyleşisinde ise işi dışında en çok önemsediği şeyin bahçecilik, özellikle de sebze yetiştirmek olduğunu dile getirmişti.

Orwell ağaç dikmenin, insana hiçbir yük vermeyen, geleceğe verilecek bir hediye olduğundan söz eder. Bu eylem iyilik ve kötülük hanemizde görünür bir iz bırakır; aynı zamanda, doğaya ve gelecek nesillerin hayatına mütevazi bir katkıdır. Sanayileşme ve kentleşme konusunda şüpheci bir yazar olan Orwell, doğanın sırtımızı değil, yüzümüzü çevirmemiz gereken bir alan olduğuna inanıyordu. Son on yıldır yaşadığımız küresel iklim krizi, yazarı haklı çıkardı. Adalet, hakikat ve insan haklarını konusunda kafa yoran Orwell’in dünyanın yüzeyine olan merakı, onu saatlerce alıkoyan bir gözleme dönüşmüştü. Belki de en mutlu olduğu anlardı bu zamanlar.

BAHÇE SAPLANTIYA DÖNÜŞÜRSE…

Sonit’e göre Orwell’in bu iştahlı doğa gözlemleri, Henry David Thoreau gibi edebi metinlere veya çeşitli metaforlara dönüşmedi. Bahçe Orwell’e gerçeklere daha fazla yakınlaşma fırsatı sunarken, bu arayışı onun ölümüne dek sürdü. Orwell’e, 1946’nın bahar ayında verem teşhisi konuldu. Hastalığına rağmen, eline aldığı tırpan ve kazma ile zor bir iklimde, İskoçya’nın Jura Adası’nda, yeni baştan bir bahçe kurdu. 1949’da Jura’dan İngiltere’ye dönerken, göğsündeki sancı ve hırıltı onu bahçesinden uzak kıldı. Bir daha oraya dönemedi. Biyografi yazarı Jeffrey Meyer bu tutkuyu Orwell’in ‘kendi kendini yok etme güdüsü’ olarak açıklar. Bahçe, Orwell’in gerçeklikle bağını sınadığı bir laboratuvardı, Damon Young’ın deyişiyle bir saplantıydı onun için. Sonit bize Orwell’in bu düşkünlüğünü anlatırken, yazarın metinleriyle öngördüğü dünyanın ürkütücülüğünü de işaret ediyor.

Orwell’in Gülleri, deneme okurları için zengin bir okuma deneyimi sunuyor. Kitap, yazarlık ve bahçıvanlık arasındaki o karmaşık, bir o kadar da yakın ilişkiyi yeniden düşünmeye olanak sağlıyor. Bahçe ve bahçıvanlığın yavaşlatma, durdurup dakikalarca gözlemleme gücünün Orwell’in yazma yeteneğini sağlamlaştırdığını söylemek yanlış olmaz. Yazardan iyi bir bahçıvan çıkar mı? sorusu da böylece cevap bulmuş olur. Yalanlar ve yanılsamalar çağında -buna pandemi zamanlarını da eklemek gerekir-, bahçenin ve bahçıvanlığın sunduğu gerçeklik ve uçsuz bucaksız zevk anları oldukça değerli. Bu özellikle, tıpkı Orwell gibi, kalıcı mutluluğa ya da onu gerçekleştirmeye çalışan siyasete inanmayanlar için anlamlı bir uğraş.

Yorumlar